4 Nisan 2013 Perşembe

Sonbahar

TUVALDE GÜZ

Güzeldir “güz”. Doğanın özenle kuruduğu, belli belirsiz kış giysilerini örtündüğü; yeşilin, sarıya, turuncuya ve kahverengilere sürüklendiği zamandır. Güz, kimilerine göre, yaklaşan ölümün habercisidir. Doğa vakurla boynunu büker, tıpkı insan bedeninin yaşlılığa hazırlanışı gibi...
Doğa bakmasını bilene sırlarını cömertçe açıklar. Gördüklerini kendi iç dünyasıyla harmanlayarak üretme çabasındaki bir sanatçı için “bakmak, algılamak ve üretmek” ‘olmazsa olmazdır’. Bu, yazarın mürekkebe; ressamın çizgi ve renge olan sevdasıdır. Zola ve Cézanne’ı, ondokuzuncu yüzyılın önde gelen kalem ve fırça ustasını buluşturan ve sarsılmaz dostluklarının temelini hazırlayan da aynı sevdadır.
Güz’ü, renklerin başdöndürücü dünyasında üç boyuta aktarabilme aşkı Paul Cézanne’dan başka, hiç kuşkusuz, Nicolas Poussin, Claude Monet, Vassilly Kandinsky, Nazmi Ziya Güran, Turan Erol, Mustafa Plevneli ve Devrim Erbil gibi, “doğaya bakmasını bilenleri” esir almıştı. Aralarında zaman ve yorum farkı olsa da onları aynı noktada birleştiren, gördüğünü resmetme, doğanın ‘güz’deki halini boyama gereksinimiydi.

Tatlı bir hüzündür insan ruhunu Güz’de bekleyen...

Hiçbiri bu hüzne kayıtsız kalamazdı.

Poussin, hüznünü, Barok dönemin sarhoşluğundan henüz kurtulmuş bir sanatçı ruhuyla tarihsel temalarla çizdi; ondan yaklaşık bir buçuk asır sonra dünyaya gelen Monet, şeffaf, yalın ve bir o kadar da izlenimci bir hüznün fırça sürüşleriyle “güzün ışığını” boyadı. Cézanne, kahverengileşen doğanın ritmini yansıtmaya çalıştığında henüz toy bir ressamdı, ilk resimlerinin on altıncı yüzyıl etkisindeki figüratif dekorunda, sonbaharı ifade etmek için meyve ve kadın ikilisini kullandı. 
Güz, Turan Erol’un boyasında Orta Anadolu’nun kıraç toprağı; Devrim Erbil’inkinde grafik ile rengin âhenkli harmanı; Mustafa Plevneli’ninkinde ise heybetli bir çınarın turuncu ışığı oldu.
Hışırdayan yaprakları, turuncu ve eflatun günışığını dantelimsi bir tavırla tuvaline işledi Nazmi Ziya.

Venedik Karnavalları’nda görülen rengârenk karnaval giysileri gibi coşkun bir renk cümbüşüne dönüştürdü Kandinsky güzü. Çabası, “renklere kendi yoğunlukları içinde şarkı söyletmekti”. Onun “Güz”ü, Plevneli’nin dışında, diğerlerine benzemez; onda, renklerin hüznü yaşama sevincine dönüştüren bir etkisi; çocukluktan itibaren müzikle bir içiçe oluşun getirdiği ses; yeşilimsi mavilerin, sarı okraların ve kırmızıya çalan kahverengilerin şarkısı vardır.

Işıkla kaynaşan rengin değişip başka tonlara dönüşmesi gibi, onlar, güz ritmini yansıtmak için tuvallerini farklı farklı boyadılar. Klasik dönemin ünlü kobalt mavisi, Monet’nin ışık bağımlısı dokunuşlarında eflatuna göz kırpan bir gri maviye dönüştü göğü renklendirmek için. Poussin’in sarıları, turuncuları ve kahverengileri, bilge bir ruhun heybetli bir ağaç gölgesinde soluklanırken seyretmek isteyeceği türden sakin, serin ve ağırbaşlıydı.

“Güz” isimli çalışması, onun barok dönemin çarpıcı ve ağır renklerini geride bırakıp, net bir ışık öğesi altında daha asil ve soluk renklerin izinden gittiği, alegoriye ve mistisizme yelken açtığı zamana denk gelir. Hasat zamanını Romalı figürler eşliğinde resmetmiş, Klasik dönemde bereket sembolü olarak anılan “üzüm” öğesiyle de verimi, çabayı ve güz doğasının zenginliğini sembolleştirmek istemiştir. Eski Roma uygarlığına tutkun, resmin gözden çok akla hitap etmesi gerektiğine inanan, erdemi ve mantığı çalışmalarına esas kabul eden bir ressamın fırça darbeleridir bunlar...

Nicolas Poussin, Latin şiirinin dev ozanı Vergilius’un kalemiyle yaptığını, yağlıboyaya bulanmış fırçasıyla tuvaline bezerken, gelecek kuşakların Fransız ressamlarını derinden etkileyeceğini elbette bilemezdi. Akıl ve erdemi, özenle dokuduğu bir tabiatın eşliğinde ifade etmesi, kendisinden sonra yaklaşık iki asır sonra fırçayı kavrayacak bir başka büyük ressamı, modern sanatın kurucusu Paul Cézanne’ı derinden etkiledi. Ancak Cézanne, “Poussin’in atölyede yaptığını ben doğa karşısında yapmak istiyorum.” şeklindeki yargısına, babasının yazlık olarak aldığı Jas de Bouffan’ın (Rüzgar Evi) duvarlarına dört mevsimi resmederken ulaşmamıştı henüz. Özellikle Sandra Boticelli olmak üzere on altıncı yüzyıl etkisinde bulunduğu bu ilk döneminde Cézanne, geleneksel ve dinsel bir anlatımla, başının üzerinde bir meyve sepeti tutan Meryem Ana çehreli bir figürü güzü yansıtmak için kullandı. Tıpkı Boticelli gibi, olağanın dışında uzatılmış bir figür; Poussin gibi, meyve sepetinin içinde boyanmış üzüm salkımları... Cézanne üzüm salkımlarıyla verimi ve bolluğu ifade etmek istiyordu besbelli ve sonraki dönemlerinde bu ilk resimlerinde benimsediği tarzda resmine hiç rastlanmadı. Sonbahar’la birlikte diğer üç mevsimin alegorik bir anlatımla ve geleneksel renklerle ifade edildiği bu dört resim, şu an müze olarak kullanılan Yazlık Ev’in duvarlarında yer alıyor.

Sonbahar, Avrupalı resim emekçilerinden başka, Türkiye’de de, Türk ressamları tarafından özenle resimlenmiştir. Türk resim ustaları; gerek Cumhuriyet Dönemi öncesinde, gerekse de Cumhuriyet Dönemi sonrasında olsun, farklı üslûplarla; ancak benzer bir resim aşkıyla güzü renklendirdiler. Türk resminde Elli’li yıllardan itibaren başlayan üslûp çoğulculuğu döneminde Mustafa Plevneli ve Devrim Erbil, “güz”ü, ağacı konu alarak boyadılar. Resimde gravürden suluboyaya, duvar resimlerinden cam üzerinde betimlediği çalışmalara kadar çeşitli resim malzemeleri kullanan Mustafa Plevneli; “Çınaraltı” isimli eserinde sonbaharı tasvir ederken, tıpkı Vassilly Kandinsky gibi, sevinçli ve coşkulu renk tonlarına fırçasını bulaştırmış, “parıldayan” bir resim ortaya çıkarmıştır. Turuncunun, sarının ve kırmızının içiçe geçtiği güneş gibi bir resimdir “Çınaraltı”; güzün en parlak renklerinin, doğanın değişirken insan ruhuna yansıttığı mutluluğun, çocuksu şarkıların resmidir. Yapıtlarında, yaşamını sürdürdüğü Fenerbahçe semtinin florası sıklıkla izlenen Plevneli’nin yanısıra bir başka değerli Türk ressamı, Devrim Erbil; “güz için”, meslektaşından daha farklı bir üslûpla yaklaşmıştır ağaca. Onun “sonbahar”ı, birbirine grift çizgilerin şiirsel yolculuğu, mavi ve bej ışıklı bir sonbahar senfonisi; soyutlamanın, ince dokuların ve özenin dokunuşlarıdır.

Turan Erol’un “sonbaharı”ysa, Orta Anadolu’nun kıraç toprağı; beyazımsı griler, kırmızılar, sarılar ve kahverengiler; Bedri Rahmi’nin atölyesinden çıkmış bir sanatçının yaşam ve doğa kaynaklı duruşu; güz sonunu salt gerçeklikle değil, kendi algıladığı biçimde ifade eden bir ruhtur.

Nazmi Ziya’ya gelince... O’nun aşkı güneş ve doğaydı. Geçen “an”ı yakalama telâşında olan bir ressamın hızlı dokunuşlarıyla çabuk çabuk ve bir o kadar da özenli renk lekeleri oluşturdu. Işığı işleyişi; bir konuyu, günışığının çeşitli zamanlarında farklı resim bezlerine boyanan bir süreç olarak görüşü onu Fransız izlenimcilerine, özellikle de Monet’ye en çok yaklaştıran tavrıdır. “Güz’de Kavaklar” isimli yapıt, Monet’nin değişen ışığı yakalama çabasını çok güzel yansıtır ve Nazmi Ziya, benzer bir çabayla, ışık ve doğayı resmedebilmek için durup dinlenmeden üretmiştir.

Nazmi Ziya, Türk resminin yetiştirdiği en güçlü izlenimciydi. Güz renklerini, hışırdayan yaprakları ve Fatih Camii’ni kalın boya dokulu zarif ifadelerle tuvale aktarırken de... Turuncuları, sarıları ve mavileri boyayla şiirleştirirken de...





                                                                                       Ayça GÜZEL, Milliyet Sanat – Kasım 2002

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder