4 Nisan 2013 Perşembe

İstanbul İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi

Evrensel ahengin sanata yansıması: İstanbul İslâm Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi

The reflection of cosmic harmony on art: Istanbul Museum of the History of Science and Technology in Islam





İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi 2008’in mayısında İstanbul’da açıldı. Prof. Dr. Fuat Sezgin’in 1982’de Frankfurt Üniversitesi’nde açtığı İslam Enstitüsü’nün -bir bakıma- devamı niteliğinde olan müze, 8. ve 16.yüzyıllar arasında, İslam dünyasında keşfedilmiş olan bilimsel buluşları izleyiciye tanıştırmayı amaçlamakta. Gülhane Parkı içindeki Has Ahırlar binasında, el yazmalarından çıkarılan pek çok keşfin “modelini” sergilemekte ve böylelikle keşiflerin sunumunu da son derece orijinal bir şekilde yerine getirmekte olan İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi, ayrıca, alanında, dünyadaki en büyük koleksiyon olma özelliğini taşıyor.





* * * * * * * * * * *





Gülhane Parkı’nı zannederim bütün İstanbullular bilir. Özellikle çoğu ilkokul çocuğunun kimi okul gezileri nedeniyle buraya en azından bir kez girmişliği vardır. Bununla birlikte, Gülhane Parkı’nın nerede olduğunu sorsanız doğru yanıt verenler belki de bir elin parmaklarını geçmez. İstanbul’da, Sultanahmet’te, ancak Topkapı Sarayı’nın yanı başında…



Park’ın bulunduğu yere ilişkin merakı son zamanlarda televizyon dizileri arttırmış olabilir. Gülhane Parkı’nın, Osmanlı yıllarında, isminden de anlaşıldığı gibi güllerle dolu olması ve Hürrem Sultan’ın burada sık sık dolaşması, günümüz toplumsal belleğinde, mekâna ilişkin farkındalığı büyük olasılıkla tetiklemekte.



Toplumsal bellekte Gülhane Parkı’yla ilgili farkındalığın artması için artık yeni bir neden daha var: İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi. Prof. Dr. Fuat Sezgin’in İslam dünyasının bilimsel mirasını 800’ü aşkın buluşla gün ışığına çıkardığı müzeyi çoğu kişi, İbrahim Paşa sarayındaki İslam Eserleri Müzesi’yle karıştırıyor. İkisi de Sultanahmet’te yer alan bu müzeler mantık itibariyle aynı olsalar da İslam dünyasının farklı bölümlerine ışık tutmaları bakımından birbirlerinden oldukça farklı. Bilim tarihinin çok az bilinen bir safhasını akademik ispatlarla göstermeyi amaçlayan İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi; müzesindeki objelerle, dünya aydınlanma tarihinin mihenk taşlarından biri olan Rönesans düşüncesinin temelinin yalnızca Yunanlılar olmadığını, bunun yerine bilgiyi Yunanlılardan alan, Hicri takvimin ilk yıllarında yaşamış Müslüman Arapların; aldıkları bilgiyi geliştirip üstüne yeni bilgiler keşfederek, uygarlık tarihinde Rönesans’a doğru giden ve bununla hız kazanan bilimsel düşüncenin ortaya çıkmasındaki en önemli halkalardan olduğunu ortaya koymaya çalışıyor. Avusturyalı bilim tarihçisi Otto Neugebauer’in; bilimlerin ilerleme sürecinde Yunanlıların başta değil ortada bulundukları, bilimler tarihinde liderlik konumuna geçmelerinden itibaren geçen 2500 yılın öncesine, bir 2500 yıl daha eklemek gerektiği yönündeki düşüncesi1 bu doğrultuda oldukça dikkate değer. Uygarlığın “tamamıyla” Antik Yunan’dan doğduğu yönündeki klasik Rönesans düşüncesini yerle bir ediyor bu bilgiler.



Klasik Rönesans düşüncesine göre, profesyonel bilim Antik Yunan’da başlamış, onların keşfettikleri bilgiler de Antik Roma aracılığıyla dünyaya yayılmıştı. Bir başka ifadeyle, Avrupa, bilimin doğuşu açısından Antik Yunan’a karşı bir nevi gönül borcu duyuyor, onların dışında kalan, Arap ve Akdeniz uygarlıklarının, bilimsel dünyaya ulaşan yolda pek bir katkılarının olmadığını düşünüyordu. Yine Rönesans düşüncesine göre, Roma İmparatorluğu’nun çöküşünden Rönesans devrine kadar olan dönem Karanlık Çağ’dı. Daha bilinen ismiyle Ortaçağ olarak adlandırılan Karanlık Çağ’da, Avrupalılar bilimsel çalışma adına pek bir şey yapmamışlardı. Dolayısıyla, bu dönem aslında Avrupa için “karanlık bir çağ”dı. Diğer taraftan İslam dünyasında ise durum tamamen farklıydı. Müslümanlar Hicri takvimin ilk yıllarına gelen Ortaçağ’da kendi Altın Çağ’larını (The Golden Age of the Islamic Civilization) yaşıyorlardı. Miladi takvimle 8. ve 16.yüzyıllar arasında rastlayan bu dönemde İslam dünyası en önemli buluşlarını gerçekleştirdi. Sümerlerden, Babillerden, Asurlulardan; Hititlerden, Aramilerden ve Mısırlılardan Yunanlılara aktarılan bilgiyi, o devrin hocalarından öğrenen, bu bilgileri geliştiren ve onlara yenilerini, yeni buluşları ekleyen Müslüman Araplar; bilgiyi alım (reception), özümseme (learning) sürecinde, hocalarının seçiminde dil, din ve ırk farkı gözetmiyorlar, bilgiyi yalnızca iyi bilgi olduğu için öğreniyorlar ve bunu tüm insanlığın yararına kullanmak ve geliştirmek için geceli gündüzlü çalışıyorlardı. Müslüman Arapların kendilerinden önce keşfedilmiş bilgiyi alım ve özümseme safhaları yaklaşık iki yüz yıl kadar sürdü, 8. yüzyılın ikinci yarısından itibaren de kendi keşfedicilik dönemleri hayata geçti. Prof. Dr. Fuat Sezgin’in ifadesine göre, miladi takvimde 16.yüzyıla denk gelen döneme kadar geçen, verimli sekiz yüz yılın son derece küçük bir kısmını biliyoruz. Müslüman Araplar, diğer kültür dünyalarından özellikle Yunanlılardan aldıkları bilimleri geliştirerek yeni bilimler keşfettiler ve günümüz dünyasında öne çıkacak kimi bilimlerin temellerini attılar. Bu dönemde, bilimlerin keşfinde Müslümanlarla birlikte Hıristiyan ve Yahudiler de birlikte omuz verdiler, kendilerini birbirlerine bağlayan ortak noktalarda buluşarak evrensel olan bilimin ilerlemesinde el ele çalıştılar. Arapça, bilimsel yazı dili olarak belirlendi; dönemin bilginleri eserlerini Arapça kaleme alarak elimize ulaşan ulaşmayan çoğu el elyazmasının anlaşılabilirliğini kolaylaştırdılar.



Bu doğrultuda, Prof. Dr. Fuat Sezgin’in, ağırlıklı olarak Müslüman olan 8. ve 16.yüzyıl dönemi Araplarının keşfettiği bilimsel bilgilerin insanlığın evrensel mirası olduğu görüşü son derece doğru. Farklılıkların ortak paydada buluştuğu, kimsenin birbiri üzerinde baskı kurmadığı sözü edilen bilimsel verimlilik dönemi manevi anlamda da insanlığın oldukça yüksek bir bilinç döneminde olduğunu gösteriyor.



Peki ne oldu da sözünü ettiğimiz verimlilik dönemi günümüze kadar devam etmedi, İslam dünyası bilimsel araştırmalarını durdurdu? Avrupa dünyası bu keşiflerden haberdar mıydı? Haberdar değilse bunun nedeni neydi? Bir başka ifadeyle, Rönesans döneminin nasıl oldu da İslam dünyasının ilerlemelerinden haberi olmadı?



Bu sorularının yanıtını belki de başka bir sorunun yanıtını vererek cevaplayabiliriz. İslam dünyası ne yaptı da belirli bir dönemde ilerleyebildi? İslami bilimlerin kendine has prensipleri, özellikleri nelerdi? Bu konuyu Profesör Sezgin şu şekilde açıklamış: Adil tenkit, adil bir şekilde eleştirme prensibi (The Fair Criticism); Açık bir tekâmül kanunu düşüncesi (The concept of Evolvement); Bilimsel kaynak belirtmede diğer kültür dünyalarında olduğundan daha fazla özen gösterme (More effort to mention scientific sources and the avoidance of plagiarism); 10.yüzyıldan itibaren bilim tarihi yazarlığının belirmesi ve gelişmesi (The appearing of scientific writing in the 10th century); Teori ve pratik arasında bir denge kurma ve pratiğin bilimsel araştırmalarda sistematik bir araç olarak yer alması (The balance of theory and practice, and regarding the practice as a medium of scientific research); Uzun süreli gözlemleme, bunun sonucu olarak rasathanelerin, diğer bir deyişle gözlemevlerinin keşfi (The long-term observations, thus the invention of observatories) ve bilimin yalnızca kitaplardan değil öğretmenlerden de öğrenilmesi, bunun sonucunda ilk üniversitelerin ortaya çıkışı (the gaining of scientific knowledge not only from the books but also from the scholars, as a result the foundations of the first universities).



İslami bilimlerin sözünü ettiğim bu kuralların hepsi bilimsel başarılarında çok önemli bir yer tutuyor ve bunlar 800 yıllık ilerleme sürecinin Prof. Dr. Fuat Sezgin’e göre temel değerleri. Buna karşılık, Arapların İspanya’nın güneyine yerleşmesi ve Haçlı Seferleri ilgisiyle, 10. asırdan başlayarak doğunun bilgisine aşama aşama ulaşmaya başlayan Avrupalılar, çoğunluğu Müslüman olan Arapların kimi prensiplerini bilimsel tavırlarında uygulamamışlardı. Özellikle; İslam dünyasından kendilerine ulaşan elyazmalarındaki bilgiyi, özümseme ve geliştirme süreçlerindeki kimi bilim adamlarının, bilgileri aldıkları kaynakları belirtmede gösterdikleri “özensizlik”, İslam dünyasının bilimsel anlamda ilerlemesini sürdüremeyişinin en önemli nedenlerinden. Yine Prof. Dr. Fuat Sezgin’in ifadesiyle “Latin kültür dünyasının bilgiyi Arap-İslam kaynaklardan alma (reception) işi, Müslümanların Yunanca kaynaklardan alışındaki açıklıkla olmamıştı. Müslümanlar Aristo’yu ‘Büyük Üstad’ diye adlandırıyorlardı. Bokrat’ın, Galen’in ve diğerlerinin kitaplarından “Faziletli Bokrat”, “Faziletli Galen” diyerek alıyorlardı. Ama Arapça kitapların birçoğunun Latince tercümelerinde gerçek müelliflerin adları kayboluyordu. Kaynak zikretme alışkanlığı hemen hemen hiç yoktu.



Erken dönem kimi Avrupalı bilim insanlarının alıntılama konusunda gösterdikleri lakayıtlığın doğal bir sonucu olarak, 17.asrın Avrupa’sı, bilimsel alanda liderlik konumuna nasıl geldiklerini bir türlü bilemediler. Söz konusu asırda, hem Müslümanlar hem de Avrupalılar Avrupalıların bilimsel üstünlüğünü, geçmişten gelen üstün bir çalışmanın sonucu olarak addediyorlardı. Bu doğrultuda; günümüze değin devam edecek bir düşünce, Avrupalılarda bilimsel anlamda bir kendini beğenmişlik, Müslümanlarda da yine bilimsel anlamda kendini bir aşağı görme düşüncesi ortaya çıkacaktı.



Buna karşılık, bilimsel bilginin katettiği sürecin başrol oyuncuların kimler olduğunu gerçekten bilenler de vardı Avrupa dünyasında… Aralarında Goethe, Voltaire ve Humbolt gibi isimlerin yer aldığı sözünü ettiğimiz bilim insanlarının çabası; İslam bilimlerini Latince çevirilerinden değil de asıllarından, diğer bir deyişle İslam dünyasından ellerine ulaşan el yazmalarını Arapça, Türkçe ve Farsça yazılmış orijinallerinden hareket ederek araştırmaktı. Hafif hafif, henüz 17.asırda başlamış olan bu çaba, 19.asırda hız kazandı ve yüzyılın ikinci kısmında İslami bilimlerin tanıtılması adına çok muhteşem bir ivme kazandı. Genel olarak oryantalistler diye anılan bu gayretli bilim insanları bilgiye varan yolda “herkesin hakkını vermek amacıyla” geceli gündüzlü çalışarak Müslümanların bilimler tarihindeki saygın konumunu büyük ölçüde ispatladılar.



İşte 2008’in 24 Mayısında kapılarını ziyaretçilere açan, Gülhane’deki İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi -belki biraz uzunca belirttiğimiz bilimler tarihi içinde- İslam bilimlerinin gerçek konumunu ortaya çıkarmanın günümüzdeki izdüşümlerinden. Dünyanın saygın oryantalistlerinden bilim tarihçisi Prof. Dr. Fuat Sezgin’in müthiş emek ve çabasıyla oluşturulan İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi, andığımız yüzyıl dönemlerinde Müslümanlar tarafından ilerletilen ve keşfedilen bilimsel aletlerin “modellerini” sergileyerek bilimi görsel ve bir nevi “sanatsal” anlamda ilgililerle buluşturuyor.





Müze ve Modeller



İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi Prof. Dr. Fuat Sezgin’in İslam dünyasındaki elyazmalarından bulup çıkardığı keşiflerin modellerinin, bir başka ifadeyle cihazlarının, aletlerinin yaptırılıp sergilenmesiyle oluştu. Keşiflerin aletlerinin sergilenmesi Prof. Dr. Fuat Sezgin açısından bir ilk değil. Kendisi, aslında henüz 1982 yılında, Frankfurt’ta, Arap-İslam Bilimleri Tarihi Enstitüsü’nü kurmuş. İstanbul’da açılan müze; çok geniş olanaklara sahip olan, İslam Bilimler Tarihi’ni incelemek ve geliştirmek amacıyla kurulan bu enstitünün daha gelişmişi ve devamı niteliğinde…



İslami Bilimler Tarihi içinde yer alan buluşların modellenmesi, bilimler tarihinde Prof. Dr. Fuat Sezgin’le başlamış değil. Müslümanların keşfettikleri cihazları, kitaplardan modelleme halinde tanıtma faaliyeti, 1900’lerin başlarında, Alman fizikçisi Eilhard Wiedemann ile başlamış. 1928 senesine değin, 5 buluşun modelini yapan Wiedemann’ın sözünü ettiğimiz modelleri şu an Münih Müzesi’nde bulunuyor. O zamanın tekniklerine göre yapılan modellemeler maalesef pek güzel yapılamamış. Yaklaşık 50 yıl sonrasının teknolojisiyle Prof. Dr. Fuat Sezgin aletleri daha güzel bir şekilde modelletebilmiş. Hem teknolojiyi kullanmış hem de dünyanın dört bir yanından çok yetenekli zanaatkârlarla çalışmış. Son derece alçakgönüllü başlayan bu çabası, Frankfurt’taki enstitüde, çok geçmeden 800 aleti aşmış.



İslam dünyasından ve dünyanın dört bir yanından enstitüdeki aletleri/modelleri sergileme ve başka bir ülkede bu gibi oluşumları müze halinde kurma davetleri gelmeye başlamış. Prof. Dr. Sezgin, yalnızca Türkiye’den gelen talepleri değerlendirmiş ve büyük bir hevesle İstanbul’daki müzeyi açmış.



Buluşların modelleri



İstanbul’daki müzedeki eserler genel olarak şu temalar altında sınıflanmış: Astronomi, Coğrafya, Denizcilik bilimi, Saatler, Matematik, Fizik-Teknik, Optik, Tıp, Kimya-Botanik, Mineraloji, Mimari, Savaş Tekniği. Bu temalar altında sergilenen modellerin, bir başka deyişle eserlerin içinde en önemlilerinden biri belki de Halife el-Me’mûn’un 9.yüzyılda coğrafyacı ve astronomlarına yaptırdığı, büyük araştırmalar sonucu ortaya çıkan dünya haritası. İlim koruyucusu olarak adlandırılan Halife el-Me’mûn’un bilim adamlarının, döneminde bilim dünyasında neredeyse bir çağ başlatan haritası, yerkürenin o zamanın bilinen bölümünün ortalarında bulunan Bağdat’tan kalkarak Doğu ve Kuzey Afrika’yı, Orta ve Güney Asya’yı olabildiğince gözlemleyip ölçerek ortaya koyabiliyordu. Bu doğrultuda, el-Me’mûn, astronomi tarihinde gözlemevi kuran ilk kişiydi.



Uzun zamandan beri kaybolduğu düşünülen haritanın Hicri 740, Miladi 1340’tan kalma bir nüshasının Profesör Fuat Sezgin tarafından Topkapı Sarayı’nda bir ansiklopedi içinde bulunması harita açısından yeni bir milat olmuş. Prof. Dr. Fuat Sezgin, onu devasa bir küre haline getirterek modelletmiş ve İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi’nin ön cephesine müzeyi ziyarete gelenleri karşılaması için koymuş.



Durağan yıldızlar astronomisinin önemli isimlerinden astronom Abdurrahman as-Sûfî’nin gök küresi ise enstitü tarafından bir Oxford yazmasına (Bodleian, Marsh 144) dayanılarak modellenmiş. Her bir takımyıldızı için iki ayrı şekil veren as-Sûfî’nin ortaya koyduğu bu şekillerden ilki, takımyıldızını yatay düzlemden itibaren gösterirken; ikincisi, birinci şeklin kopyasıyla elde edilen bir yansıma halini göstermiş2.



Ressam Albrecht Dürer’in; Abdurrahman eş-Sûfî’yi, müzedeki modelin aslını teşkil eden gökküresiyle birlikte çizdiği tahta kabartması bu konuda oldukça ilgi çekici. Gökküresinin modelinin yaparken de Enstitü, rölyef aşamasında, Dürer’in söz konusu kabartmasından yola çıkmış...



Müzedeki başka bir ilgi çekici örnekse Fas’taki Su Saati (a Water Clock from Fes). Fas’taki Karaviyyin Camii’nin muvakkithanesinde, 1362’de yapılmış olan bu saat bozulmuş halde bulunmuş ve bir süre önce Frankfurt Üniversitesi Arap-İslam Bilimleri Enstitüsü tarafından çalışır hale getirilmiş. Modelin üst tarafında bulunan 24 kapıcık düzgün bir şekilde her yeni saatte bir açılıyor. Her dört dakikada bir, küçük bir metal bilyenin metal bir kâse içine düşmesiyle çınlamanın sağlandığı bu model, az sonra bahsedeceğimiz, İslam sanatındaki “harmoni” ilkesini de son derece güzel bir şekilde yansıtıyor.



Müze içinde sergilenen diğer bazı buluşların modelleri ise şöyle: Bir Saray Kapısı (A palace door), Takiyeddin’in 6 pistonlu su çıkarma ve dağıtma mekanizması (Pump with Six Piston-like Plungers by Taqiyaddin), hayvan gücü ile çalışan su dolabı ve usturlaplar, saatler, pusulalar, haritalar – özellikle Pîrî Reis haritası, rasathane modelleri, mineraller…



Müzeye ilişkin daha çok bilgi ve “eserlere” estetik bir bakış



İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi’nde sergilenen buluşların modellerinin sanatsal açıdan son derece önemli olduğunu belirtmiştik. Bu doğrultuda, müzenin Eğitim ve Geliştirme Bölümü müdürü Dr. Detlev Quintern ile bir söyleşi yaptık. Dr. Quintern, alanında son derece saygın bir akademisyen, müze bilimcisi; Bremen Üniversitesi’nde öğretim üyesi, dünyanın pek çok ülkesinde müze kurucusu, araştırmacı, yazar. Doğu ve Batı kültür sentezi ve etkileşimleri üzerine oldukça düşünen ve araştırmalarda bulunan Quintern ile İslam Bilim ve Teknoloji Müzesi’ne ilişkin daha detaylı bilgi almak, müzede sergilenen objelerin/modellerin estetik değerleri üzerine konuşmak ve müzede önümüzdeki dönemlerde düzenlenmesi düşünülen sergilerle ilgili fikir sahibi olmak amacıyla yaptığımız röportajı, röportajın aslı İngilizce olduğundan, İngilizce olarak yayımlamayı uygun bulduk…


Ayça Güzel: Dr. Quintern, thank you for accepting our interview request. First of all, I would like to know more about your current research projects.


Dr. Detlev Quintern: I am currently preparing for a summer school which is scheduled to take place in August 2012 in İstanbul. Collaborating with a number of academic colleagues from several universities specializing in the history of Islamic science, I am developing lectures on the Myth of the Renaissance, on J. W. Goethe and on the early Enlightment’s understanding of the “East” or the Islamic World. I am also currently writing an essay on the figure of the Arabic medical practitioner in Tchaikowsky’s opera Jolante.



Ayça Güzel: While exploring the heritage of the Arabic-Islamic scientific innovations and arts, I started to contemplate on the process behind this very impressive collection of scientific devices which reflect the flourishing of the Arabic-Islamic sciences between the ninth and sixteenth century. Which of these are now presented in the museum?



Dr. Detlev Quintern: First of all, I would like to mention the name of Prof. Dr. Fuat Sezgin, an outstanding scholar, who has dedicated his life researching the continuity of the history of sciences, which have been disintegrated by eurocentric approaches. For nearly fifty years, he researched profoundly Arabic-Islamic manuscripts all over the world in order to reintegrate the unity of the history of sciences by focusing on the missing link - the Arabic-Islamic sciences, which did not only bridge the gap between antiquity and the renaissance, but in turn revolutionized sciences in general and their applications in so many important fields.



From the 1980s onwards, Prof. Sezgin has developed models of the most influential scientific inventions of the Arabic-Islamic world, of which the earliest examples date back to the ninth century. In order to gain and to visualize this knowledge, he started to collect manuscripts, books, articles, essays and various ancient and modern sources relating to the history of Arabic-Islamic sciences. Doing so, he published around 1300 volumes of books which are nowadays a treasury for the reconstruction of the history of sciences.



Ayça Güzel: What do you think about the aesthetic points of the objects in the museum?



Dr. Detlev Quintern: I would like to respond to this question by describing the concept of aesthetics in Islam, where everything is in perfect harmony. The respectable Arabic scientist Ibn al- Haitham (d. ca. 1040 AC) had mentioned this concept nearly a thousand years ago. He wrote: “However variable its aspects may be, the whole universe obeys a permanent law, and its elements, however varigated they may be, are governed by harmony.”3 I fully agree with this cosmology. In other words, “the concept of harmony in the universe”, mainly represented in Islamic arts, has also been applied to sciences and scientific instruments. In Islamic arts, the harmonic order of the cosmos is reflected itself in e.g. ornaments, which are based on symmetry, thereby reflecting harmony. Because of the cosmic harmony and the human capacity of reason (akl), human-beings are motivated to discover this harmonic structure of the universe scientifically.



Ayça Güzel: Finally, could you give us some information relating to potential future exhibitions at your museum?



Dr. Detlev Quintern: In 2013 the UNESCO will commemorate the famous Piri Reis map of the Americas, which can be dated back to the year 1513. There are first ideas for a special exhibition. Prof. Sezgin made the ground-breaking scientific discovery that the precursor of this map, often related to Christopher Columbus, was in fact an Arabic map. This map formed the basis of a map produced by Paulo Toscanelli in 1474, which he subsequently sent from Florence to Lisbon, thus probably enabling Columbus’ westward journey. Hopefully, we will dedicate a future exhibition to this very important discovery in the history of sciences.






İstanbul İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi

Has Ahırlar Binaları

Gülhane Parkı, Sultanahmet/İstanbul


Müze, salı günleri hariç 9.00 ile 17.00 arası açıktır ve giriş ücreti 5 liradır. (The museum is open from 9 a.m.-5 p.m. closed on Tuesdays, the entrance fee is 5 TL.)





1 Fuat Sezgin, Bilim Tarihi Sohbetleri, Söyleşi: Sefer Turan, Timaş Yayınları, Ocak 2010 (ilk baskı), Nisan 2011 (ikinci baskı) sayfa:153

2 Fuat Sezgin, İstanbul İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi (Toplu bir Bakış), İstanbul Kültür ve Sanat Ürünleri Tic. A.Ş., Ocak 2010 (ilk baskı), sayfa:28


3 Fuat Sezgin, İstanbul İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi (Toplu bir Bakış), İstanbul Kültür ve Sanat Ürünleri Tic. A.Ş., Ocak 2010 (ilk baskı), sayfa:20

Melike Ayça Güzel-Sanat Dünyamız Dergisi



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder