Evrensel ahengin sanata yansıması:
İstanbul İslâm Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi
The reflection of cosmic harmony on
art: Istanbul Museum of the History of Science and Technology in
Islam
İslam Bilim ve Teknoloji
Tarihi Müzesi 2008’in mayısında İstanbul’da açıldı. Prof.
Dr. Fuat Sezgin’in 1982’de Frankfurt Üniversitesi’nde açtığı
İslam Enstitüsü’nün -bir bakıma- devamı niteliğinde olan
müze, 8. ve 16.yüzyıllar arasında, İslam dünyasında
keşfedilmiş olan bilimsel buluşları izleyiciye tanıştırmayı
amaçlamakta. Gülhane Parkı içindeki Has Ahırlar binasında, el
yazmalarından çıkarılan pek çok keşfin “modelini”
sergilemekte ve böylelikle keşiflerin sunumunu da son derece
orijinal bir şekilde yerine getirmekte olan İslam Bilim ve
Teknoloji Tarihi Müzesi, ayrıca, alanında, dünyadaki en büyük
koleksiyon olma özelliğini taşıyor.
* * * * * * * * * * *
Gülhane Parkı’nı
zannederim bütün İstanbullular bilir. Özellikle çoğu ilkokul
çocuğunun kimi okul gezileri nedeniyle buraya en azından bir kez
girmişliği vardır. Bununla birlikte, Gülhane Parkı’nın nerede
olduğunu sorsanız doğru yanıt verenler belki de bir elin
parmaklarını geçmez. İstanbul’da, Sultanahmet’te, ancak
Topkapı Sarayı’nın yanı başında…
Park’ın bulunduğu
yere ilişkin merakı son zamanlarda televizyon dizileri arttırmış
olabilir. Gülhane Parkı’nın, Osmanlı yıllarında, isminden de
anlaşıldığı gibi güllerle dolu olması ve Hürrem Sultan’ın
burada sık sık dolaşması, günümüz toplumsal belleğinde,
mekâna ilişkin farkındalığı büyük olasılıkla tetiklemekte.
Toplumsal bellekte
Gülhane Parkı’yla ilgili farkındalığın artması için artık
yeni bir neden daha var: İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi.
Prof. Dr. Fuat Sezgin’in İslam dünyasının bilimsel mirasını
800’ü aşkın buluşla gün ışığına çıkardığı müzeyi
çoğu kişi, İbrahim Paşa sarayındaki İslam Eserleri Müzesi’yle
karıştırıyor. İkisi de Sultanahmet’te yer alan bu müzeler
mantık itibariyle aynı olsalar da İslam dünyasının farklı
bölümlerine ışık tutmaları bakımından birbirlerinden oldukça
farklı. Bilim tarihinin çok az bilinen bir safhasını akademik
ispatlarla göstermeyi amaçlayan İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi
Müzesi; müzesindeki objelerle, dünya aydınlanma tarihinin mihenk
taşlarından biri olan Rönesans düşüncesinin temelinin yalnızca
Yunanlılar olmadığını, bunun yerine bilgiyi Yunanlılardan alan,
Hicri takvimin ilk yıllarında yaşamış Müslüman Arapların;
aldıkları bilgiyi geliştirip üstüne yeni bilgiler keşfederek,
uygarlık tarihinde Rönesans’a doğru giden ve bununla hız
kazanan bilimsel düşüncenin ortaya çıkmasındaki en önemli
halkalardan olduğunu ortaya koymaya çalışıyor. Avusturyalı
bilim tarihçisi Otto Neugebauer’in; bilimlerin ilerleme sürecinde
Yunanlıların başta değil ortada bulundukları, bilimler
tarihinde liderlik konumuna geçmelerinden itibaren geçen 2500 yılın
öncesine, bir 2500 yıl daha eklemek gerektiği yönündeki
düşüncesi1
bu doğrultuda oldukça dikkate değer. Uygarlığın “tamamıyla”
Antik Yunan’dan doğduğu yönündeki klasik Rönesans düşüncesini
yerle bir ediyor bu bilgiler.
Klasik Rönesans
düşüncesine göre, profesyonel bilim Antik Yunan’da başlamış,
onların keşfettikleri bilgiler de Antik Roma aracılığıyla
dünyaya yayılmıştı. Bir başka ifadeyle, Avrupa, bilimin doğuşu
açısından Antik Yunan’a karşı bir nevi gönül borcu duyuyor,
onların dışında kalan, Arap ve Akdeniz uygarlıklarının,
bilimsel dünyaya ulaşan yolda pek bir katkılarının olmadığını
düşünüyordu. Yine Rönesans düşüncesine göre, Roma
İmparatorluğu’nun çöküşünden Rönesans devrine kadar olan
dönem Karanlık Çağ’dı. Daha bilinen ismiyle Ortaçağ olarak
adlandırılan Karanlık Çağ’da, Avrupalılar bilimsel çalışma
adına pek bir şey yapmamışlardı. Dolayısıyla, bu dönem
aslında Avrupa için “karanlık bir çağ”dı. Diğer taraftan
İslam dünyasında ise durum tamamen farklıydı. Müslümanlar
Hicri takvimin ilk yıllarına gelen Ortaçağ’da kendi Altın
Çağ’larını (The Golden Age of the Islamic Civilization)
yaşıyorlardı. Miladi takvimle 8. ve 16.yüzyıllar arasında
rastlayan bu dönemde İslam dünyası en önemli buluşlarını
gerçekleştirdi. Sümerlerden, Babillerden, Asurlulardan;
Hititlerden, Aramilerden ve Mısırlılardan Yunanlılara aktarılan
bilgiyi, o devrin hocalarından öğrenen, bu bilgileri geliştiren
ve onlara yenilerini, yeni buluşları ekleyen Müslüman Araplar;
bilgiyi alım (reception), özümseme (learning) sürecinde,
hocalarının seçiminde dil, din ve ırk farkı gözetmiyorlar,
bilgiyi yalnızca iyi bilgi olduğu için öğreniyorlar ve bunu tüm
insanlığın yararına kullanmak ve geliştirmek için geceli
gündüzlü çalışıyorlardı. Müslüman Arapların kendilerinden
önce keşfedilmiş bilgiyi alım ve özümseme safhaları yaklaşık
iki yüz yıl kadar sürdü, 8. yüzyılın ikinci yarısından
itibaren de kendi keşfedicilik dönemleri hayata geçti. Prof. Dr.
Fuat Sezgin’in ifadesine göre, miladi takvimde 16.yüzyıla denk
gelen döneme kadar geçen, verimli sekiz yüz yılın son derece
küçük bir kısmını biliyoruz. Müslüman Araplar, diğer kültür
dünyalarından özellikle Yunanlılardan aldıkları bilimleri
geliştirerek yeni bilimler keşfettiler ve günümüz dünyasında
öne çıkacak kimi bilimlerin temellerini attılar. Bu dönemde,
bilimlerin keşfinde Müslümanlarla birlikte Hıristiyan ve
Yahudiler de birlikte omuz verdiler, kendilerini birbirlerine
bağlayan ortak noktalarda buluşarak evrensel olan bilimin
ilerlemesinde el ele çalıştılar. Arapça, bilimsel yazı dili
olarak belirlendi; dönemin bilginleri eserlerini Arapça kaleme
alarak elimize ulaşan ulaşmayan çoğu el elyazmasının
anlaşılabilirliğini kolaylaştırdılar.
Bu doğrultuda, Prof. Dr.
Fuat Sezgin’in, ağırlıklı olarak Müslüman olan 8. ve
16.yüzyıl dönemi Araplarının keşfettiği bilimsel bilgilerin
insanlığın evrensel mirası olduğu görüşü son derece doğru.
Farklılıkların ortak paydada buluştuğu, kimsenin birbiri
üzerinde baskı kurmadığı sözü edilen bilimsel verimlilik
dönemi manevi anlamda da insanlığın oldukça yüksek bir bilinç
döneminde olduğunu gösteriyor.
Peki ne oldu da sözünü
ettiğimiz verimlilik dönemi günümüze kadar devam etmedi, İslam
dünyası bilimsel araştırmalarını durdurdu? Avrupa dünyası bu
keşiflerden haberdar mıydı? Haberdar değilse bunun nedeni neydi?
Bir başka ifadeyle, Rönesans döneminin nasıl oldu da İslam
dünyasının ilerlemelerinden haberi olmadı?
Bu sorularının yanıtını
belki de başka bir sorunun yanıtını vererek cevaplayabiliriz.
İslam dünyası ne yaptı da belirli bir dönemde ilerleyebildi?
İslami bilimlerin kendine has prensipleri, özellikleri nelerdi? Bu
konuyu Profesör Sezgin şu şekilde açıklamış: Adil tenkit, adil
bir şekilde eleştirme prensibi (The Fair Criticism); Açık bir
tekâmül kanunu düşüncesi (The concept of Evolvement); Bilimsel
kaynak belirtmede diğer kültür dünyalarında olduğundan daha
fazla özen gösterme (More effort to mention scientific sources and
the avoidance of plagiarism); 10.yüzyıldan itibaren bilim tarihi
yazarlığının belirmesi ve gelişmesi (The appearing of scientific
writing in the 10th century); Teori ve pratik arasında bir denge
kurma ve pratiğin bilimsel araştırmalarda sistematik bir araç
olarak yer alması (The balance of theory and practice, and regarding
the practice as a medium of scientific research); Uzun süreli
gözlemleme, bunun sonucu olarak rasathanelerin, diğer bir deyişle
gözlemevlerinin keşfi (The long-term observations, thus the
invention of observatories) ve bilimin yalnızca kitaplardan değil
öğretmenlerden de öğrenilmesi, bunun sonucunda ilk
üniversitelerin ortaya çıkışı (the gaining of scientific
knowledge not only from the books but also from the scholars, as a
result the foundations of the first universities).
İslami bilimlerin sözünü
ettiğim bu kuralların hepsi bilimsel başarılarında çok önemli
bir yer tutuyor ve bunlar 800 yıllık ilerleme sürecinin Prof. Dr.
Fuat Sezgin’e göre temel değerleri. Buna karşılık, Arapların
İspanya’nın güneyine yerleşmesi ve Haçlı Seferleri ilgisiyle,
10. asırdan başlayarak doğunun bilgisine aşama aşama ulaşmaya
başlayan Avrupalılar, çoğunluğu Müslüman olan Arapların kimi
prensiplerini bilimsel tavırlarında uygulamamışlardı. Özellikle;
İslam dünyasından kendilerine ulaşan elyazmalarındaki bilgiyi,
özümseme ve geliştirme süreçlerindeki kimi bilim adamlarının,
bilgileri aldıkları kaynakları belirtmede gösterdikleri
“özensizlik”, İslam dünyasının bilimsel anlamda ilerlemesini
sürdüremeyişinin en önemli nedenlerinden. Yine Prof. Dr. Fuat
Sezgin’in ifadesiyle “Latin kültür dünyasının bilgiyi
Arap-İslam kaynaklardan alma (reception) işi, Müslümanların
Yunanca kaynaklardan alışındaki açıklıkla olmamıştı.
Müslümanlar Aristo’yu ‘Büyük Üstad’ diye
adlandırıyorlardı. Bokrat’ın, Galen’in ve diğerlerinin
kitaplarından “Faziletli Bokrat”, “Faziletli Galen” diyerek
alıyorlardı. Ama Arapça kitapların birçoğunun Latince
tercümelerinde gerçek müelliflerin adları kayboluyordu. Kaynak
zikretme alışkanlığı hemen hemen hiç yoktu.”
Erken dönem kimi
Avrupalı bilim insanlarının alıntılama konusunda gösterdikleri
lakayıtlığın doğal bir sonucu olarak, 17.asrın Avrupa’sı,
bilimsel alanda liderlik konumuna nasıl geldiklerini bir türlü
bilemediler. Söz konusu asırda, hem Müslümanlar hem de
Avrupalılar Avrupalıların bilimsel üstünlüğünü, geçmişten
gelen üstün bir çalışmanın sonucu olarak addediyorlardı. Bu
doğrultuda; günümüze değin devam edecek bir düşünce,
Avrupalılarda bilimsel anlamda bir kendini beğenmişlik,
Müslümanlarda da yine bilimsel anlamda kendini bir aşağı görme
düşüncesi ortaya çıkacaktı.
Buna karşılık,
bilimsel bilginin katettiği sürecin başrol oyuncuların kimler
olduğunu gerçekten bilenler de vardı Avrupa dünyasında…
Aralarında Goethe, Voltaire ve Humbolt gibi isimlerin yer aldığı
sözünü ettiğimiz bilim insanlarının çabası; İslam
bilimlerini Latince çevirilerinden değil de asıllarından, diğer
bir deyişle İslam dünyasından ellerine ulaşan el yazmalarını
Arapça, Türkçe ve Farsça yazılmış orijinallerinden hareket
ederek araştırmaktı. Hafif hafif, henüz 17.asırda başlamış
olan bu çaba, 19.asırda hız kazandı ve yüzyılın ikinci
kısmında İslami bilimlerin tanıtılması adına çok muhteşem
bir ivme kazandı. Genel olarak oryantalistler diye anılan bu
gayretli bilim insanları bilgiye varan yolda “herkesin hakkını
vermek amacıyla” geceli gündüzlü çalışarak Müslümanların
bilimler tarihindeki saygın konumunu büyük ölçüde ispatladılar.
İşte 2008’in 24
Mayısında kapılarını ziyaretçilere açan, Gülhane’deki İslam
Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi -belki biraz uzunca belirttiğimiz
bilimler tarihi içinde- İslam bilimlerinin gerçek konumunu ortaya
çıkarmanın günümüzdeki izdüşümlerinden. Dünyanın saygın
oryantalistlerinden bilim tarihçisi Prof. Dr. Fuat Sezgin’in
müthiş emek ve çabasıyla oluşturulan İslam Bilim ve Teknoloji
Tarihi Müzesi, andığımız yüzyıl dönemlerinde Müslümanlar
tarafından ilerletilen ve keşfedilen bilimsel aletlerin
“modellerini” sergileyerek bilimi görsel ve bir nevi “sanatsal”
anlamda ilgililerle buluşturuyor.
Müze ve Modeller
İslam Bilim ve Teknoloji
Tarihi Müzesi Prof. Dr. Fuat Sezgin’in İslam dünyasındaki
elyazmalarından bulup çıkardığı keşiflerin modellerinin, bir
başka ifadeyle cihazlarının, aletlerinin yaptırılıp
sergilenmesiyle oluştu. Keşiflerin aletlerinin sergilenmesi Prof.
Dr. Fuat Sezgin açısından bir ilk değil. Kendisi, aslında henüz
1982 yılında, Frankfurt’ta, Arap-İslam Bilimleri Tarihi
Enstitüsü’nü kurmuş. İstanbul’da açılan müze; çok geniş
olanaklara sahip olan, İslam Bilimler Tarihi’ni incelemek ve
geliştirmek amacıyla kurulan bu enstitünün daha gelişmişi ve
devamı niteliğinde…
İslami Bilimler Tarihi
içinde yer alan buluşların modellenmesi, bilimler tarihinde Prof.
Dr. Fuat Sezgin’le başlamış değil. Müslümanların
keşfettikleri cihazları, kitaplardan modelleme halinde tanıtma
faaliyeti, 1900’lerin başlarında, Alman fizikçisi Eilhard
Wiedemann ile başlamış. 1928 senesine değin, 5 buluşun modelini
yapan Wiedemann’ın sözünü ettiğimiz modelleri şu an Münih
Müzesi’nde bulunuyor. O zamanın tekniklerine göre yapılan
modellemeler maalesef pek güzel yapılamamış. Yaklaşık 50 yıl
sonrasının teknolojisiyle Prof. Dr. Fuat Sezgin aletleri daha güzel
bir şekilde modelletebilmiş. Hem teknolojiyi kullanmış hem de
dünyanın dört bir yanından çok yetenekli zanaatkârlarla
çalışmış. Son derece alçakgönüllü başlayan bu çabası,
Frankfurt’taki enstitüde, çok geçmeden 800 aleti aşmış.
İslam dünyasından ve
dünyanın dört bir yanından enstitüdeki aletleri/modelleri
sergileme ve başka bir ülkede bu gibi oluşumları müze halinde
kurma davetleri gelmeye başlamış. Prof. Dr. Sezgin, yalnızca
Türkiye’den gelen talepleri değerlendirmiş ve büyük bir
hevesle İstanbul’daki müzeyi açmış.
Buluşların modelleri
İstanbul’daki müzedeki
eserler genel olarak şu temalar altında sınıflanmış: Astronomi,
Coğrafya, Denizcilik bilimi, Saatler, Matematik, Fizik-Teknik,
Optik, Tıp, Kimya-Botanik, Mineraloji, Mimari, Savaş Tekniği. Bu
temalar altında sergilenen modellerin, bir başka deyişle eserlerin
içinde en önemlilerinden biri belki de Halife el-Me’mûn’un
9.yüzyılda coğrafyacı ve astronomlarına yaptırdığı, büyük
araştırmalar sonucu ortaya çıkan dünya haritası. İlim
koruyucusu olarak adlandırılan Halife el-Me’mûn’un bilim
adamlarının, döneminde bilim dünyasında neredeyse bir çağ
başlatan haritası, yerkürenin o zamanın bilinen bölümünün
ortalarında bulunan Bağdat’tan kalkarak Doğu ve Kuzey Afrika’yı,
Orta ve Güney Asya’yı olabildiğince gözlemleyip ölçerek
ortaya koyabiliyordu. Bu doğrultuda, el-Me’mûn, astronomi
tarihinde gözlemevi kuran ilk kişiydi.
Uzun zamandan beri
kaybolduğu düşünülen haritanın Hicri 740, Miladi 1340’tan
kalma bir nüshasının Profesör Fuat Sezgin tarafından Topkapı
Sarayı’nda bir ansiklopedi içinde bulunması harita açısından
yeni bir milat olmuş. Prof. Dr. Fuat Sezgin, onu devasa bir küre
haline getirterek modelletmiş ve İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi
Müzesi’nin ön cephesine müzeyi ziyarete gelenleri karşılaması
için koymuş.
Durağan yıldızlar
astronomisinin önemli isimlerinden astronom Abdurrahman as-Sûfî’nin
gök küresi ise enstitü tarafından bir Oxford yazmasına
(Bodleian, Marsh 144) dayanılarak modellenmiş. Her bir takımyıldızı
için iki ayrı şekil veren as-Sûfî’nin ortaya koyduğu bu
şekillerden ilki, takımyıldızını yatay düzlemden itibaren
gösterirken; ikincisi, birinci şeklin kopyasıyla elde edilen bir
yansıma halini göstermiş2.
Ressam Albrecht Dürer’in;
Abdurrahman eş-Sûfî’yi, müzedeki modelin aslını teşkil eden
gökküresiyle birlikte çizdiği tahta kabartması bu konuda oldukça
ilgi çekici. Gökküresinin modelinin yaparken de Enstitü, rölyef
aşamasında, Dürer’in söz konusu kabartmasından yola çıkmış...
Müzedeki başka bir ilgi
çekici örnekse Fas’taki Su Saati (a Water Clock from Fes).
Fas’taki Karaviyyin Camii’nin muvakkithanesinde, 1362’de
yapılmış olan bu saat bozulmuş halde bulunmuş ve bir süre önce
Frankfurt Üniversitesi Arap-İslam Bilimleri Enstitüsü tarafından
çalışır hale getirilmiş. Modelin üst tarafında bulunan 24
kapıcık düzgün bir şekilde her yeni saatte bir açılıyor. Her
dört dakikada bir, küçük bir metal bilyenin metal bir kâse içine
düşmesiyle çınlamanın sağlandığı bu model, az sonra
bahsedeceğimiz, İslam sanatındaki “harmoni” ilkesini de son
derece güzel bir şekilde yansıtıyor.
Müze içinde sergilenen
diğer bazı buluşların modelleri ise şöyle: Bir Saray Kapısı
(A palace door), Takiyeddin’in 6 pistonlu su çıkarma ve dağıtma
mekanizması (Pump with Six Piston-like Plungers by Taqiyaddin),
hayvan gücü ile çalışan su dolabı ve usturlaplar, saatler,
pusulalar, haritalar – özellikle Pîrî Reis haritası, rasathane
modelleri, mineraller…
Müzeye ilişkin daha
çok bilgi ve “eserlere” estetik bir bakış
İslam Bilim ve Teknoloji
Tarihi Müzesi’nde sergilenen buluşların modellerinin sanatsal
açıdan son derece önemli olduğunu belirtmiştik. Bu doğrultuda,
müzenin Eğitim ve Geliştirme Bölümü müdürü Dr. Detlev
Quintern ile bir söyleşi yaptık. Dr. Quintern, alanında son
derece saygın bir akademisyen, müze bilimcisi; Bremen
Üniversitesi’nde öğretim üyesi, dünyanın pek çok ülkesinde
müze kurucusu, araştırmacı, yazar. Doğu ve Batı kültür
sentezi ve etkileşimleri üzerine oldukça düşünen ve
araştırmalarda bulunan Quintern ile İslam Bilim ve Teknoloji
Müzesi’ne ilişkin daha detaylı bilgi almak, müzede sergilenen
objelerin/modellerin estetik değerleri üzerine konuşmak ve müzede
önümüzdeki dönemlerde düzenlenmesi düşünülen sergilerle
ilgili fikir sahibi olmak amacıyla yaptığımız röportajı,
röportajın aslı İngilizce olduğundan, İngilizce olarak
yayımlamayı uygun bulduk…
Ayça Güzel: Dr.
Quintern, thank you for accepting our interview request. First of
all, I would like to know more about your current research projects.
Dr. Detlev Quintern:
I am currently preparing for a summer school which is scheduled to
take place in August 2012 in İstanbul. Collaborating with a number
of academic colleagues from several universities specializing in the
history of Islamic science, I am developing lectures on the Myth of
the Renaissance, on J. W. Goethe and on the early Enlightment’s
understanding of the “East” or the Islamic World. I am also
currently writing an essay on the figure of the Arabic medical
practitioner in Tchaikowsky’s opera Jolante.
Ayça Güzel:
While exploring the heritage of the Arabic-Islamic scientific
innovations and arts, I started to contemplate on the process behind
this very impressive collection of scientific devices which reflect
the flourishing of the Arabic-Islamic sciences between the ninth and
sixteenth century. Which of these are now presented in the museum?
Dr. Detlev Quintern:
First of all, I would like to mention the name of Prof. Dr. Fuat
Sezgin, an outstanding scholar, who has dedicated his life
researching the continuity of the history of sciences, which have
been disintegrated by eurocentric approaches. For nearly fifty years,
he researched profoundly Arabic-Islamic manuscripts all over the
world in order to reintegrate the unity of the history of sciences by
focusing on the missing link - the Arabic-Islamic sciences, which did
not only bridge the gap between antiquity and the renaissance, but in
turn revolutionized sciences in general and their applications in so
many important fields.
From the 1980s onwards,
Prof. Sezgin has developed models of the most influential scientific
inventions of the Arabic-Islamic world, of which the earliest
examples date back to the ninth century. In order to gain and to
visualize this knowledge, he started to collect manuscripts, books,
articles, essays and various ancient and modern sources relating to
the history of Arabic-Islamic sciences. Doing so, he published around
1300 volumes of books which are nowadays a treasury for the
reconstruction of the history of sciences.
Ayça Güzel: What
do you think about the aesthetic points of the objects in the museum?
Dr. Detlev Quintern:
I would like to respond to this question by describing the concept of
aesthetics in Islam, where everything is in perfect harmony. The
respectable Arabic scientist Ibn al- Haitham (d. ca. 1040 AC) had
mentioned this concept nearly a thousand years ago. He wrote:
“However variable its aspects may be, the whole universe obeys a
permanent law, and its elements, however varigated they may be, are
governed by harmony.”3
I fully agree with this cosmology. In other words, “the concept of
harmony in the universe”, mainly represented in Islamic arts, has
also been applied to sciences and scientific instruments. In Islamic
arts, the harmonic order of the cosmos is reflected itself in e.g.
ornaments, which are based on symmetry, thereby reflecting harmony.
Because of the cosmic harmony and the human capacity of reason (akl),
human-beings are motivated to discover this harmonic structure of the
universe scientifically.
Ayça Güzel:
Finally, could you give us some information relating to potential
future exhibitions at your museum?
Dr. Detlev Quintern:
In 2013 the UNESCO will commemorate the famous Piri Reis map of the
Americas, which can be dated back to the year 1513. There are first
ideas for a special exhibition. Prof. Sezgin made the ground-breaking
scientific discovery that the precursor of this map, often related to
Christopher Columbus, was in fact an Arabic map. This map formed the
basis of a map produced by Paulo Toscanelli in 1474, which he
subsequently sent from Florence to Lisbon, thus probably enabling
Columbus’ westward journey. Hopefully, we will dedicate a future
exhibition to this very important discovery in the history of
sciences.
İstanbul İslam Bilim ve Teknoloji
Tarihi Müzesi
Has Ahırlar Binaları
Gülhane Parkı, Sultanahmet/İstanbul
Müze, salı günleri
hariç 9.00 ile 17.00 arası açıktır ve giriş ücreti 5 liradır.
(The museum is open from 9 a.m.-5 p.m. closed on Tuesdays, the
entrance fee is 5 TL.)
1
Fuat Sezgin, Bilim Tarihi Sohbetleri, Söyleşi: Sefer Turan, Timaş
Yayınları, Ocak 2010 (ilk baskı), Nisan 2011 (ikinci baskı)
sayfa:153
2
Fuat Sezgin, İstanbul İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi
(Toplu bir Bakış), İstanbul Kültür ve Sanat Ürünleri Tic.
A.Ş., Ocak 2010 (ilk baskı), sayfa:28
3
Fuat Sezgin, İstanbul İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi
(Toplu bir Bakış), İstanbul Kültür ve Sanat Ürünleri Tic.
A.Ş., Ocak 2010 (ilk baskı), sayfa:20
Melike Ayça Güzel-Sanat Dünyamız Dergisi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder