Ars
Longa Vita Brevis (Sanat Uzun, Hayat Kısadır)1
Kış
karlarla gelmedi. Uzun süren pastırma sıcakları, sonra hafif
serinlikler, ardından bir anda bastıran soğuk. Ancak Aralığın
ilk haftalarında karla buluştu İstanbul. Sanat yeni yıla beş
kala ısıtmaya devam etti bizleri. Galeriler, boya ve tuval kokusunu
sundular yine. Okunmayı bekleyen kitaplar bizi yine cezbetti.
İstanbul Avrupa kültür başkentiydi geride bıraktığımız on
bir ay boyunca. Onun bu konumuna yakışan pek çok etkinliğine
koştuk.
2011’in
arefesinde moralimizi bozan, yüreğimizi sıkan olaylar da oldu
elbet. Haydarpaşa Garı’ndaki yangın, çatısından yükselen
dumanlar gibi içimizi kararttı. Assange’ın tüm dünyayı kasıp
kavuran Wikileaks dosyaları üzüntü ve sevinci aynı anda
yaşamamıza neden oldu. Bunun yanında kronik olarak canımızı
sıkan durumlar da değişmedi, örneğin Beyoğlu’ndaki Markiz
Pastanesi fast-food restoranı olmaya ve cânım vitrinini kişiliksiz
promosyon afişiyle kapatmaya devam ediyor, öyle ki afişten
dükkanın içi neredeyse görülmüyor. Emek Sineması da aynı
kültür düşmanı tavrın kurbanı olarak kent tarihinden silindi.
Moda’da, o çok az kişinin bildiği denize nazır İtalyan köşkü
de umursamazlığın pençesine düşmüş harikalardan biri değil
mi?
Kent
ve Zaman
Kent
ve zaman kavramları arasında kanımca oldukça yakın bir bağ var.
İkisi de değişiyor. Zamanın akla getirdiği ilk kavram geçici
oluşu... Su gibi akıyor zaman... Bununla birlikte, zamanın aslında
kendi içinde bir kalıcılığı da var. Yapılanları saklayan,
içinde sıkıştıran...
Kent
ise daha kalıcı gibi duruyor zamana göre, çünkü ondaki
değişimler daha yavaş farkediliyor. Aslında, kent de zaman gibi
akıyor, değişiyor; gelişebiliyor ancak geri de gidebiliyor.
Kalıcı olan olumlu taraflarını korumaksa bize düşüyor.
Hem
kentin hem zamanın içinde barındırdıklarını saklayan,
sıkıştıran bir yanı var. Sanatçı Güneş Çınar, eserlerinde
kentin bu sıkıştıran yanıyla ilgilenmekte. Ancak onun ilgisini
çeken “sıkıştırma”, sözcüğün koruma, saklama anlamına
ilişkin değil. Tersine, “bunaltma, daraltma, iç sıkma”
anlamıyla ilgili. Kısaca; kâbus... Güneş Çınar, 3 Kasım-15
Aralık arası sergilediği işlerinde, modern kentli insanın
tedirginliklerini, bilinçaltının derinliklerine inerek rüya
kavramıyla ortaya koymaya çalışmış.
Çağla
Cabaoğlu Sanat Galerisi’nde sergilenen eserlerle ilk
karşılaşıldığında insanı bir şaşkınlık ve hayranlık
duygusu sarıyor. Sergi iki bölümden oluşmakta. On iki panodan
oluşan “rüya” sürecine davet ediliyorsunuz önce. Formların
kağıt üzerinde ince ince kesilerek ifade edildiği; derinliğin,
kağıdın arkadaki koyu renkli yüzeyden yükseltilerek
hissettirildiği bu çalışmalar, genç sanatçının, rüyasında
gördüğü kâbusu evre evre sergilemekte. Figürün yaşadığı iç
sıkıntısı, kent siluetinin bazen fonda, bazen de formun kendisi
olarak yansıtıldığı ard arda gelen on iki panoda oldukça net
algılanıyor. Algı derken, Çınar’ın çalışmalarının
kanımca en önemli özelliklerinden biri vermek istediği mesajın
oldukça net anlaşılması. Soyut tavrın kapalı dili de var
işlerinde, ancak eserlerin tamamına bakıldığında vermek
istedikleri mesaj oldukça net.
Serginin
ikinci bölümüne geçtiğimizde daha bir şaşırıyor, birinci
bölümde gördüğümüz işlerin daha farklı tavırda ve daha
farklı bir ölçekte, daha büyük şekillerde çalışıldığını
görüyoruz. Ben bu işlere duvara asılabilen heykeller diyorum.
İnceltilmiş ahşap, dantel bir oya gibi bu kadar mı güzel
işlenebilir ve dokusundaki zerafetin tersine iç sıkıntısını bu
kadar mı güzel yansıtabilir? Kent silueti, bu çalışmalarda da
çoğu kompozisyonun ana eksenini oluşturmakta.
Güneş
Çınar, Akademi’de gördüğü heykel eğitimini resim bilgisiyle
kanımca çok başarılı bir biçimde kaynaştırıyor. İşlerinin
özenli yapısı, incecik ahşabı tablo gibi gösteren
kompozisyonlarla buluşuyor. Yansıtmaya çalıştığı konu,
işlerinin inceliğiyle bir anlamda örtüşüyor. Dokudaki zerafet,
bir nevî kırılganlık; eserlerdeki figürün, yaşadığı kâbus
içindeki kırılganlığını sergilemiyor mu?
Kâbus,
rüya ve sembollerin öne çıktığı bu işlerde, Kafka romanlarına
benzer bir yan buluyorum.
Galeristler
Sanatçı Olursa...
2011’e
girerken gerçekleştirilen bir diğer enteresan etkinlik “Ya
Galeristler Sanatçı Olursa?” sergisiydi. Değerli ressam Sema
Bicik’in, Beyoğlu Rumeli Han’daki atölyesinde düzenlediği
etkinlikte galericiler bir süreliğine ressamlığa büründü. 34
Galerinin 34 eserle katıldığı projede çok keyifli işler ortaya
çıktı.
Farklı
sanat dallarının, farklı sanatçıların birbirinden
desteklenmesi, birbirine el vermesi sosyal bilimler ve fen bilimleri
alanlarında da bilinen bir tavır. Antik Yunan’da öğrenciler
mantık ve felsefe dersine geçmeden, ilkin matematik ve müzikle
eğitiliyor, doğru düşünmenin kurallarına uzanmadan önce,
birbirine zıt gibi görünen ama aslında birbirinin içinde olan
iki disiplinle müzikle ve matematikle zihinleri hazırlanıyordu.
Disiplinlerarası yatay geçiş, etkileşim, pek çok entellektüelde
geçerli. Orhan Pamuk, örneğin, yazmadan önce yoğun olarak
resimle uğraşmış, hatta yirmili yaşlarının başlarına değin
hayatını ressam olarak sürdüreceğini düşünmemiş miydi? Bedri
Rahmi Eyüboğlu da ressamlığının yanı sıra şiirleriyle de
içimizi ısıtmıyor mu?
Biraz
da bu anlayışla galeristler kolları sıvadı; ortaya heyecanlı
işler, Nilgün Yüksel’in giriş yazısını yazdığı güzel bir
katalog ve çok orijinal bir davetiye çıktı. Argun Okumuşoğlu,
SerhatAk, Zeynep Özay, Beste Gürsu, Özlem Alıcı, Aslı Sümer,
Sevil Sert; Rüştü Sungur, Hakan Bali, Moiz Zilberman, Çağla
Cabaoğlu, Tuncay Takmaz, Selin Söl, İnci Aksoy; Sinem Yörük,
Nilüfer Yılmaz, Ahmet Başar, Mehmet Taşdiken, Dağhan Özil,
Nadir Erenler/Murad Erenler; Yahşi Baraz, İlknur Şanal, Mehmet
Özbilenler, Fatma Ekeman; Selvin Cuhruk Gafuroğlu, Dilara Akay,
İlayda Babacan, Süleyman Saim Tekcan; Ece Bingöl Şeki, Nilgün
Şensoy, Ali Ulukaya/Zeynep Ulukaya; Bedri Baykam, Teksin Özgüz,
Doğan Paksoy ve Veysel Uğurlu, 34 eserin ressamı oldu.
“Gelibolu”
resimleriyle tarihimizin önemli bir bölümünü anlatan Sema
Bicik’in düzenlediği bu konsept sergilerin, yeni ve güzel
konspetlerle devamını umuyor ve destekliyorum.
1Eski
Yunanlı fizikçi Hippokrates.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder