9 Nisan 2013 Salı

Bir serginin ardından

Bir serginin ardından:
Renoir “Klasik ve modern arasındaki olgunluk”

İzlenimci resimlerle ilk karşılaşmam yaklaşık on, on bir sene öncesine uzanır. Nişantaşı Milli Reasürans Pasajı’nda, Café Wien’in hemen çaprazında o zamanlar Quadro adında bir dükkân vardı. Ünlü eserlerin reprodüksiyonlarının bir arada bulunduğu bu ortamda, renklerle ışığın flu edalarla ve aynı zamanda coşkuyla dansettiği bir Renoir reprodüksiyonu, turuncu çerçevesiyle o günden beri önce İstanbul’daki sonra da Bodrum’daki evimizin duvarlarını süslemekte.

Belki de biraz bu nedenle, geçtiğimiz aylarda gerçekleştirilen Roma’daki Renoir sergisi bana oldukça özel geliyor. 29 Haziran’a kadar süren ve ressamın ortalama yüz otuz kadar yapıtının yer aldığı Renoir “Klasik ve modern arasındaki olgunluk1, kapılarını 8 Mart’ta izleyiciye açmıştı. Serginin bulunduğu Complesso del Vittoriano binası; daha önce Cezanne’dan Paul Klee’ye, Degas’dan Manet’ye, Modigliani’den Matisse, Bonard, Chagall ve Gauguin’e dek pek çok ünlü ressamın eserlerini ağırlamış kapsamlı bir yapı. İç içe geçen salonlar, asma katlar ve merdivenlerle mimaride klasiğin içine modernliği yerleştirmiş. Böyle bir mekânda Renoir’ın eserlerini incelemek insana heyecan veriyor; bir de sanatçının bilinen işlerinin dışında, İtalya seyahatinden dönüşünde resimlediği eserlerinin sergilenmiş olduğu düşünülürse, kanımca, sergideki resimlerin ilgi çekiciliği ve görülebilirliği daha bir artıyor.

Yağlıboya, guaş, pastel; suluboya, karakalem ve mürekkep kalem gibi çeşitli malzemeler ve tekniklerle yapılmış bu resimler, Pierre Auguste Renoir’ın, 1881’de başlayan İtalya yolculuğunun sonunda ortaya koyduğu çalışmalardan oluşuyor. Ekim 1881’den Ocak 1882’ye kadar süren İtalya yolculuğu, sanatçının sanatsal duruşunu, stilini önemli ölçüde etkilemiş. Tam bir dikkat adamı olan Renoir; İtalyan coğrafyasında bulunduğu süre içinde, kendisinden önceki ressamların olumlu yönlerini sanatına katmak için bitmek tükenmek bilmeyen bir gözlem çabasına girişmiş. Bu iyiyi görme ve kendi sanatıyla yeni iyiler keşfetme merakı, Renoir’ın tüm kariyeri boyunca izlediği “geçmiş sanatın olumlu yönleriyle kendi sanatsal vizyonu arasındaki bariyeri kırma arayışı2” ile paralel. Arayışı, Renoir’ın eserlerinde mihenk taşı niteliğinde bir kavram olarak görüyoruz; kendi sanatında ve diğer ressamların sanatlarındaki güzeli arama çabası, onu kimi zaman tüketici bir müşkülpesentliğe götürse de bu yorucu deneme-yanılmalar, belki de, Renoir’ı Renoir yapan unsurlardan biri.
Tuvalden önce porselenler
Renoir, kariyerine biraz da babasının etkisiyle porselen ressamlığıyla başlıyor; ancak daha sonra sanatsal tutkusunun tuval ressamlığı olduğunu fark ederek ilgisini bu alana yöneltiyor. Terzi bir babanın dördüncü oğlu olarak 1841’de Limoges’da dünyaya gelir. Ailesi, daha iyi yaşam şartları adına porselenleriyle ünlü bu Fransız kentinden ayrılarak 1844’te Paris’e yerleşir. On üç yaşındayken babası Renoir’ı, bir porselen ressamı olan Levy’nin atölyesine verir. Tuvalden önce porselenleri boyayan geleceğin usta ressamı, porselenlerin üzerine giderek Fransız İhtilâli’nde başını kaybeden kraliçe Marie Antoinette’in portresini işleyecek denli ustalaşır. Ancak ilgisi çok geçmeden tuvallere kayacak ve porselenlerde deneyimlediği zanaatçı titizliğini resim bezlerine de aktaracaktır.

Tuval ressamlığına kendini vermesi, sanatçının Louvre’daki tabloların karşısında geçirdiği uzun saatlerin sonucu olarak aslında bir tesadüf değil. Bu doğrultuda 1862’de Ecole des Beaux-Arts’ın resim kurslarına başlayışı, resim kariyerini güçlü dostluklarla perçinleyen başarılı bir yürüyüşün ilk adımları. Burada, Salon’un 1861 yılı sergisine resmi kabul edilen Fantin Letour ve kısa süre sonra birlikte çalışacağı Alfred Sisley, Frederic Bazille ve Claude Monet gibi geleceğin usta izlenimcileriyle tanışır. Grup, önlerindeki üç yıl içinde ilişkilerini iyice geliştirerek resimsel yolculukta birlikte keşfetmeye koyulurlar. Daha iyi resim yapma adına bitip tükenmek bilmeyen doğa gözlemleri, onları birlikte çıkılan uzunlu kısalı gezilere yöneltir. Bu üç yıllık süre zarfında Gustave Courbet ile de tanışan Renoir, ayrıca ilk kez bir Salon sergisine eserini kabul ettirir ve yine ilk kez resimlerine model seçmeye başlar. Bu modellerden biri 1872’ye kadar kendisine modellik yapacak olan favori modeli Lise Trehot’dur. Gerçekten de sanatçı, güzeli aksettirmede resim yaşamı boyunca canlı modellerden, insan figürlerinden oldukça yararlanmıştır. Bu figürler kimi zaman çeşitli nedenlerle karşılaştığı insanlar, kimi zaman arkadaşları, kimi zaman ailesi, kimi zamansa kendisine özel olarak modellik eden bireyler olmuşlardır. Onlar izleyicinin gözünde öyle kanıksanmışlardırlar ki neredeyse içinde bulundukları resimlerin konusundan sıyrılıp kendileri ayrı karakterler oldular. Lise Trehot da Renoir resimlerinde bir resim modeli olmanın ötesine geçen isimlerden biriydi; sanatçının resimlerinde kendisine oldukça sık rastlanması, onu tuvalin dışında ayrı bir üne kavuşturdu.

Bizde ünlü Levanten ressam Fausto Zonaro, aile üyelerini resimlerine model almasıyla kanımca Renoir’ı anımsatmaktadır. Osmanlı’nın son dönemlerindeki İstanbul insanını şiirsel bir dille resmetmiş olan Zonaro, içinde bulunduğu dönemin insan siluetlerine ışık tutması bakımından Renoir ile ayrıca benzeşmektedir. Renoir’ın resimleri her ne kadar ışık ve renkle yıkansa da, ülkesindeki ve bulunduğu diğer ülkelerdeki kişilikleri bir tarihçi, bir vakanüvis zarafetiyle tuvaline aldığından, bir Balzac romanı kadar realist ve bir Tanpınar hikâyesi gibi aydınlatıcıdır. İnsan figürlerine bu ağırlık veriş, Renoir’ın doğayı önemsemediği anlamına gelmiyor elbette. Aksine, insanı çizmeye doğayı ve eski klasik eserlerin olumlu yönlerini izlemekle başlamış; popüler portrelerine rağmen manzara resimleri, onun gözünde portrelerini tamamlayan ve başlı başına resimsel bir konu olan olmazsa olmaz bir unsur olagelmişti. Cezayir, Normandiya ve Napoli kıyıları, Paris ve Marlotte’taki korular, Pont Neuf ya da Fontainablaeu doğayı incelediği ve ona âşık olduğu mekânlardan yalnızca birkaçıydı.

Anonim Ressam, Heykeltıraş ve Gravür Sanatçıları Birliği3
1870’ler, izlenimcilerin -beraber çalışmalarının yanında- bir araya gelip örgütlendikleri ve Renoir’ın yavaş yavaş resim çevrelerinde isim yaparak maddi yönden rahatlamaya başladığı yıllara denk düşüyor. 1874’te Renoir, Degas, Cezanne; Monet, Morrisot; Boudin, Sisley ve Pissarro gibi empresyonistler, “Anonim Ressam, Heykeltıraş ve Gravür Sanatçıları Birliği” adı altında bir oluşum içine girerler. Theodore Duret ve aynı zamanda arkadaşı olan Gustave Caillebotte gibi resim tüccarlarıyla ilişkilerini geliştirmesi, bu dönemde Renoir’a ayrıca sanatsal anlamda beslenmesine yarayan gezilerine fon sağlayacak paranın teminine zemin hazırlar. 1875’de özellikle -sonradan izlenimcilerin koleksiyoneri olacak- gümrük memuru Victor Chocquet ile tanışması, maddi manevi onun adına son derece olumlu olur ve sanatçıya hemen birkaç tablosunu elden çıkararak Montmarte’da bir stüdyo kiralamasına olanak sağlar. Üç yıl sonra ise ressam, Lise Trehot gibi bir başka bir önemli modeliyle, aktris Jeanne Samary’le tanışacak ve resimlerinde ona yer verecektir.
Normandiya Kıyıları, Cezayir ve Afrika

Renoir 1881’de İtalya yolculuğuna başlamadan iki yıl önce de denizi ve onun çeşitli hallerini biliyordu. Yetmiş dokuzda Normandiya plajı yakınlarında geçirdiği zamanlar ona denizin türlü görünüşlerini anlatmıştı. Bérard ailesi üyeleri, sahildeki kadınlarla çocuklar ve Wargemont’taki yemek odası natürmortları orada bulunduğu süre boyunca desenlerinin konularını oluşturdular. Seksen yazını da Chatou’yla Wargemont’ta çalışarak geçiren sanatçı, aldığı pek çok portre siparişiyle kendisine hatırı sayılır ölçüde ekonomik güvenlik sağladı. Wargemont’taki çalışmaların ardından, 1881’in martında Afrika’ya geçti ve Afrika’da kaldığı bir ay içinde pek çok peyzaj desenledi. Ekim sonunda ise uzun zamandır görmek istediği ve stilini önemli ölçüde geliştirecek olan İtalya seyahatine artık hazırdı.

İtalya Seyahati
Renoir’ın İtalya yolculuğunun resimsel izlerini, sanatçının geçtiğimiz aylardaki Roma sergisinde iyice inceleme olanağı bulduk. Ressamın klasik sanatın olumlu yönlerinden kendi özgün sanatına geçiş noktasını biçimlendiren, onu “klasikle modernizm arasındaki olgunluğa” götüren, söz konusu İtalya yolculuğunda edindiği deneyimlerdi aslında.

Roma, Floransa ve Venedik, Renoir’ın İtalya’daki ilk duraklarıydı; orada çok sevdiği Rafael’in sanatının olumlu yönlerini görme fırsatı buldu. Daha sonra Napoli, Pompei, Sorrento ve Capri’ye uğradı; Palermo’da Wagner’in portresini çalıştı. O günlere dair bir alıntı4 Renoir-Wagner buluşmasını şöyle anlatır: Renoir çok sevdiği Alman besteciyi Palermo’da ziyarete gider. Wagner, portresinin yapılması için yarım saat kadar poz verir ancak tuvaldeki sonuçtan hiç hoşnut olmaz…

Renoir, İtalya’nın doğuyla batıyı buluşturan havasından iyice etkilenmişti. Fransa’dan Cezayir’e, oradan İtalya’nın ortasından kuzeyine; sonra güneye Napoli’ye, Calabria, Palermo derken ardından yine Cezayir; böylelikle Renoir, İtalya’nın doğasını ve bu doğanın etkilediği insan görünümlerini, değişimlerini, klasik İtalyan ressamlarının sanatlarının olumlu yönlerini de inceleyerek görmüş, araştırıcı ruhuna ve paletine çok şey katmıştı. Gerçekten de İtalya’nın kuzeyiyle güneyi bugün bile birbirinden oldukça farklıdır. Akdeniz’e kıyısı olan, Arap ve İspanyol kültüründen etkilenmiş güney bölgesiyle, kuzeydeki Milano, Genova ve Venedik gibi şehirlerin bulunduğu bölgenin doğa, kültür ve insanlar bakımından birbirinden ayrıştığı, birbirine benzemediği pek çok nokta vardır. Tüm büyük ressamlar gibi Renoir da İslam kültüründen etkilenmiş, 1882 Mart ayında Palermo’dan yine Cezayir’e geçerek Arap insanını ve yaşayışını portresine katmıştır. Akdeniz’e kıyısı olan bu iki ülke, Cezayir ve İtalya, daha pek çok görünümüyle çok geçmeden sanatçının tuvalinde yerini alacak, daha sonra onlara Anglosakson coğrafyalarda edinilen izlenimler de eklenecektir. Ressamın Cezayir’de çalıştığı eserlerden bazıları; Cezayir’de Arap Bayramı (1881), Oturan Cezayirli Kadın (1881), Deve sırtındaki Arap (1881), Cezayirli Şallı Kadın (1881) Cezayirli Kadın Büstü (1881) ve Cezayir’de Cami (1882) şeklinde sıralanabilir. “Cezayir’de Cami”nin, mutlulukla yok olan bir ışıkla diğerlerinden ayrıldığı söylenmekte5.

Renoir, Cezayir ve İtalya gezilerinden sonra sanatında daha üstün ve yalın bir tekniği benimsedi. Cezayir’in güneş ışığı ve Akdeniz, daha sonraki pek çok resmine fon oluşturdu. Yeni bilgilerin kendisine verdiği tevazuuyla, 1881’de, “Venedik’in kanallarını, gondollarını, saraylarını ve ünlü San Marco Meydanı’nı, Calabria Köylerini, Vezüv Yanardağı eşliğinde Napoli Körfezi’ni, Genç Napolitenleri ve Tamburelli çalan İtalyan dansçı kadınları tuvaline aldı. Richard Wagner’in o beğenmediği portresini ve Kahire’deki Mahmut Halil Müzesi’nden getirilen “Beyaz Kurdeleli Kadın”ı 1882’de; o çok sevilen “Müzik Dersi”ni 1891’de boyadı. Tamburelli çalan İtalyan dansçı kadınlar 1909’da paletine girdi.

Complesso del Vittoriano binasında, az önce belirttiğim eserlerin çoğunu izledik. “Müzik Dersi” ve “Napoli Körfezi” en çok hoşuma giden parçalardan ikisiydi. Sergideki eserlerde ilgi çekici bir başka detay, Renoir’ın aynı konuyu farklı tablolarda tekrar tekrar ama farklı tekniklerle, farklı resim malzemeleriyle işlemesiydi. Örneğin kumsalda oturan iki çocuk konusunu, Renoir bir suluboyayla, bir yağlıboyayla bir de mürekkep kalemle çalışmış. Bununla da bitmiyor, boyanın cinsini değiştirdiği gibi deseni üzerine çizdiği malzemeyi de değiştiriyor, baz malzeme bazen tuval bezi, bazen karton, bazense ince kağıt oluyor. Işık, boya ve teknikteki bu çeşitlilik; ressamın sanatındaki bilim adamı titizliğini ve güzel olanı keşfetmedeki çalışkan arayışını oldukça net ortaya koyuyor.
Resimler oldukça geniş alanlarda, ancak genellikle birbirlerine yakın biçimde duvarlara yerleştirilmiş. İstenildiği takdirde, müzenin danışmasından ek ücret karşılığı temin edilebilen kulaklıklar, karşısına geçilen tablonun hikâyesini seçilen dilde anlatıyordu. Ayrıca müzenin diğer bir salonunda, ressamın sanatını ve yaşam hikâyesini, içinde bulunduğu tarihsel dönemi de içine katarak anlatan bir video gösterisi vardı. Sergi süresince bitip bitip yeniden başlayan bu izletileri, özellikle soyut ressamların anlaşılırlığı, kendilerini izleyiciye tanıtmaları açısından çok dikkate alıyorum. Dokümante edilmiş bilginin seyirciye videoda seyrettirilmesi, bir serginin daha iyi anlaşılmasına katkıda bulunuyor. Bu gibi uygulamaların bizdeki müzelerde de hayata geçirilmesini insan ne kadar da çok arzu ediyor. Türkiye’de müzecilik alanındaki faaliyetler her ne kadar eskiye oranla gelişse de dokümantasyon alanında yapılacak olumlu daha çok iş var. Gerçekten tam bir açık hava müzesi olan ülkemizde, İtalyanların kültüre verdikleri önemin olumlu görünümlerini bir parça bünyemize katsak, kültürü pek çok katmanıyla bir milli gelir haline getirsek, hem ülkemize hem de elimizde bulunan onca taşınır-taşınmaz esere karşı vefa borcumuzu ödemiş olmaz mıyız? İtalyanlar, Arnavut kaldırımı sokaklarını yine Arnavut kaldırımı taşlarla değiştirip yedi yüz yıllık evlerde tarihle baş başa otururken, biz belki de onlardan da eski bir şehri İstanbul’umuzu nasıl yıkabiliriz, ormanlarını, klasik kültürünü nasıl kurutabiliriz, eski Osmanlı evlerini çok katlı apartmanlara nasıl dönüştürebiliriz diye nedense adeta bir yarış halindeyiz.



Yararlanılan Kaynaklardan bazıları:
  • L’opera Completa di Renoir, nel periodo impressionista 1869-1883, Classici dell’Arte – Rizzoli,
  • Renoir sergisi basın bülteni kataloğu


Ayça Güzel
Artist Dergisi – Temmuz 2008

1 Renoir “La Maturita tra classico e moderno”
2 Il classicismo di Renoir, John Hesse
3 Société Anonyme des Artistes Peintres, Sculpteurs, Graveurs
4 L’opera Completa di Renoir, nel periodo impressionista 1869-1883, Classici dell’Arte – Rizzoli; sayfa, 111.

5 L’opera Completa di Renoir, nel periodo impressionista 1869-1883, Classici dell’Arte – Rizzoli; sayfa, 111.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder