Bir serginin
ardından:
Renoir “Klasik
ve modern arasındaki olgunluk”
İzlenimci
resimlerle
ilk karşılaşmam yaklaşık on, on bir sene öncesine uzanır.
Nişantaşı Milli Reasürans Pasajı’nda, Café Wien’in hemen
çaprazında o zamanlar Quadro adında bir dükkân vardı. Ünlü
eserlerin reprodüksiyonlarının bir arada bulunduğu bu ortamda,
renklerle ışığın flu edalarla ve aynı zamanda coşkuyla
dansettiği bir Renoir reprodüksiyonu, turuncu çerçevesiyle o
günden beri önce İstanbul’daki sonra da Bodrum’daki evimizin
duvarlarını süslemekte.
Belki
de biraz bu nedenle,
geçtiğimiz aylarda gerçekleştirilen Roma’daki Renoir sergisi
bana oldukça özel geliyor. 29 Haziran’a kadar süren ve ressamın
ortalama yüz otuz kadar yapıtının yer aldığı Renoir
“Klasik ve modern arasındaki olgunluk1”,
kapılarını 8 Mart’ta izleyiciye açmıştı. Serginin bulunduğu
Complesso del Vittoriano binası; daha önce Cezanne’dan
Paul
Klee’ye, Degas’dan Manet’ye, Modigliani’den Matisse, Bonard,
Chagall ve Gauguin’e dek pek çok ünlü ressamın eserlerini
ağırlamış kapsamlı bir yapı. İç içe geçen salonlar, asma
katlar ve merdivenlerle mimaride klasiğin içine modernliği
yerleştirmiş. Böyle bir mekânda Renoir’ın eserlerini incelemek
insana heyecan veriyor; bir de sanatçının bilinen işlerinin
dışında, İtalya seyahatinden dönüşünde resimlediği
eserlerinin sergilenmiş olduğu düşünülürse, kanımca,
sergideki resimlerin ilgi çekiciliği ve görülebilirliği daha bir
artıyor.
Yağlıboya,
guaş, pastel; suluboya, karakalem ve mürekkep kalem gibi çeşitli
malzemeler ve tekniklerle yapılmış bu resimler, Pierre Auguste
Renoir’ın, 1881’de başlayan İtalya yolculuğunun sonunda
ortaya koyduğu çalışmalardan oluşuyor. Ekim 1881’den Ocak
1882’ye kadar süren İtalya yolculuğu, sanatçının sanatsal
duruşunu, stilini önemli ölçüde etkilemiş. Tam bir dikkat adamı
olan Renoir; İtalyan coğrafyasında bulunduğu süre içinde,
kendisinden önceki ressamların olumlu yönlerini sanatına katmak
için bitmek tükenmek bilmeyen bir gözlem çabasına girişmiş. Bu
iyiyi görme ve kendi sanatıyla yeni iyiler keşfetme merakı,
Renoir’ın tüm kariyeri boyunca izlediği “geçmiş
sanatın olumlu yönleriyle kendi sanatsal vizyonu arasındaki
bariyeri kırma arayışı2”
ile paralel. Arayışı, Renoir’ın eserlerinde mihenk taşı
niteliğinde bir kavram olarak görüyoruz; kendi sanatında ve diğer
ressamların sanatlarındaki güzeli arama çabası, onu kimi zaman
tüketici bir müşkülpesentliğe götürse de bu yorucu
deneme-yanılmalar, belki de, Renoir’ı Renoir yapan unsurlardan
biri.
Tuvalden
önce porselenler
Renoir,
kariyerine biraz da babasının etkisiyle porselen ressamlığıyla
başlıyor; ancak daha sonra sanatsal tutkusunun tuval ressamlığı
olduğunu fark ederek ilgisini bu alana yöneltiyor. Terzi bir
babanın dördüncü oğlu olarak 1841’de Limoges’da dünyaya
gelir. Ailesi, daha iyi yaşam şartları adına porselenleriyle ünlü
bu Fransız kentinden ayrılarak 1844’te Paris’e yerleşir. On üç
yaşındayken babası Renoir’ı, bir porselen ressamı olan
Levy’nin atölyesine verir. Tuvalden önce porselenleri boyayan
geleceğin usta ressamı, porselenlerin üzerine giderek Fransız
İhtilâli’nde başını kaybeden kraliçe Marie Antoinette’in
portresini işleyecek denli ustalaşır. Ancak ilgisi çok geçmeden
tuvallere kayacak ve porselenlerde deneyimlediği zanaatçı
titizliğini resim bezlerine de aktaracaktır.
Tuval
ressamlığına kendini vermesi, sanatçının Louvre’daki
tabloların karşısında geçirdiği uzun saatlerin sonucu olarak
aslında bir tesadüf değil. Bu doğrultuda 1862’de Ecole des
Beaux-Arts’ın resim kurslarına başlayışı, resim kariyerini
güçlü dostluklarla perçinleyen başarılı bir yürüyüşün ilk
adımları. Burada, Salon’un 1861 yılı sergisine resmi kabul
edilen Fantin Letour ve kısa süre sonra birlikte çalışacağı
Alfred Sisley, Frederic Bazille ve Claude Monet gibi geleceğin usta
izlenimcileriyle tanışır. Grup, önlerindeki üç yıl içinde
ilişkilerini iyice geliştirerek resimsel yolculukta birlikte
keşfetmeye koyulurlar. Daha iyi resim yapma adına bitip tükenmek
bilmeyen doğa gözlemleri, onları birlikte çıkılan uzunlu kısalı
gezilere yöneltir. Bu üç yıllık süre zarfında Gustave Courbet
ile de tanışan Renoir, ayrıca ilk kez bir Salon sergisine eserini
kabul ettirir ve yine ilk kez resimlerine model seçmeye başlar. Bu
modellerden biri 1872’ye kadar kendisine modellik yapacak olan
favori modeli Lise Trehot’dur. Gerçekten de sanatçı, güzeli
aksettirmede resim yaşamı boyunca canlı modellerden, insan
figürlerinden oldukça yararlanmıştır. Bu figürler kimi zaman
çeşitli nedenlerle karşılaştığı insanlar, kimi zaman
arkadaşları, kimi zaman ailesi, kimi zamansa kendisine özel olarak
modellik eden bireyler olmuşlardır. Onlar izleyicinin gözünde
öyle kanıksanmışlardırlar ki neredeyse içinde bulundukları
resimlerin konusundan sıyrılıp kendileri ayrı karakterler
oldular. Lise Trehot da Renoir resimlerinde bir resim modeli olmanın
ötesine geçen isimlerden biriydi; sanatçının resimlerinde
kendisine oldukça sık rastlanması, onu tuvalin dışında ayrı
bir üne kavuşturdu.
Bizde
ünlü
Levanten ressam Fausto Zonaro, aile üyelerini resimlerine model
almasıyla kanımca Renoir’ı anımsatmaktadır. Osmanlı’nın
son dönemlerindeki İstanbul insanını şiirsel bir dille resmetmiş
olan Zonaro, içinde bulunduğu dönemin insan siluetlerine ışık
tutması bakımından Renoir ile ayrıca benzeşmektedir. Renoir’ın
resimleri her ne kadar ışık ve renkle yıkansa da, ülkesindeki ve
bulunduğu diğer ülkelerdeki kişilikleri bir tarihçi, bir
vakanüvis zarafetiyle tuvaline aldığından, bir Balzac romanı
kadar realist ve bir Tanpınar hikâyesi gibi aydınlatıcıdır.
İnsan
figürlerine bu ağırlık veriş, Renoir’ın doğayı önemsemediği
anlamına gelmiyor elbette. Aksine, insanı çizmeye doğayı ve eski
klasik eserlerin olumlu yönlerini izlemekle başlamış; popüler
portrelerine rağmen manzara resimleri, onun gözünde portrelerini
tamamlayan ve başlı başına resimsel bir konu olan olmazsa olmaz
bir unsur olagelmişti. Cezayir, Normandiya ve Napoli kıyıları,
Paris ve Marlotte’taki korular, Pont Neuf ya da Fontainablaeu
doğayı incelediği ve ona âşık olduğu mekânlardan yalnızca
birkaçıydı.
Anonim
Ressam, Heykeltıraş ve Gravür Sanatçıları Birliği3
1870’ler,
izlenimcilerin
-beraber çalışmalarının yanında- bir araya gelip
örgütlendikleri ve Renoir’ın yavaş yavaş resim çevrelerinde
isim yaparak maddi yönden rahatlamaya başladığı yıllara denk
düşüyor. 1874’te Renoir, Degas, Cezanne; Monet, Morrisot;
Boudin, Sisley ve Pissarro gibi empresyonistler, “Anonim Ressam,
Heykeltıraş ve Gravür Sanatçıları Birliği” adı altında bir
oluşum içine girerler. Theodore Duret ve aynı zamanda arkadaşı
olan Gustave Caillebotte gibi resim tüccarlarıyla ilişkilerini
geliştirmesi, bu dönemde Renoir’a ayrıca sanatsal anlamda
beslenmesine yarayan gezilerine fon sağlayacak paranın teminine
zemin hazırlar. 1875’de özellikle -sonradan izlenimcilerin
koleksiyoneri olacak- gümrük memuru Victor Chocquet ile tanışması,
maddi manevi onun adına son derece olumlu olur ve sanatçıya hemen
birkaç tablosunu elden çıkararak Montmarte’da bir stüdyo
kiralamasına olanak sağlar. Üç yıl sonra ise ressam, Lise Trehot
gibi bir başka bir önemli modeliyle, aktris Jeanne Samary’le
tanışacak ve resimlerinde ona yer verecektir.
Normandiya
Kıyıları,
Cezayir ve Afrika
Renoir
1881’de
İtalya yolculuğuna başlamadan iki yıl önce de denizi ve onun
çeşitli hallerini biliyordu. Yetmiş dokuzda Normandiya plajı
yakınlarında geçirdiği zamanlar ona denizin türlü görünüşlerini
anlatmıştı. Bérard ailesi üyeleri, sahildeki kadınlarla
çocuklar ve Wargemont’taki yemek odası natürmortları orada
bulunduğu süre boyunca desenlerinin konularını oluşturdular.
Seksen yazını da Chatou’yla Wargemont’ta çalışarak geçiren
sanatçı, aldığı pek çok portre siparişiyle kendisine hatırı
sayılır ölçüde ekonomik güvenlik sağladı. Wargemont’taki
çalışmaların ardından, 1881’in martında Afrika’ya geçti ve
Afrika’da kaldığı bir ay içinde pek çok peyzaj desenledi. Ekim
sonunda ise uzun zamandır görmek istediği ve stilini önemli
ölçüde geliştirecek olan İtalya seyahatine artık hazırdı.
İtalya
Seyahati
Renoir’ın
İtalya yolculuğunun resimsel izlerini, sanatçının geçtiğimiz
aylardaki Roma sergisinde
iyice inceleme olanağı bulduk. Ressamın klasik sanatın olumlu
yönlerinden kendi özgün sanatına geçiş noktasını
biçimlendiren, onu “klasikle modernizm arasındaki olgunluğa”
götüren, söz konusu İtalya yolculuğunda edindiği deneyimlerdi
aslında.
Roma,
Floransa ve Venedik, Renoir’ın İtalya’daki ilk duraklarıydı;
orada çok sevdiği Rafael’in sanatının olumlu yönlerini görme
fırsatı buldu. Daha sonra Napoli, Pompei, Sorrento ve Capri’ye
uğradı; Palermo’da Wagner’in portresini çalıştı. O günlere
dair bir alıntı4
Renoir-Wagner buluşmasını şöyle anlatır: Renoir çok sevdiği
Alman besteciyi Palermo’da ziyarete gider. Wagner, portresinin
yapılması için yarım saat kadar poz verir ancak tuvaldeki
sonuçtan hiç hoşnut olmaz…
Renoir,
İtalya’nın doğuyla batıyı buluşturan havasından iyice
etkilenmişti. Fransa’dan Cezayir’e, oradan İtalya’nın
ortasından kuzeyine; sonra güneye Napoli’ye, Calabria, Palermo
derken ardından yine Cezayir; böylelikle Renoir, İtalya’nın
doğasını ve bu doğanın etkilediği insan görünümlerini,
değişimlerini, klasik İtalyan ressamlarının sanatlarının
olumlu yönlerini de inceleyerek görmüş, araştırıcı ruhuna ve
paletine çok şey katmıştı. Gerçekten de İtalya’nın
kuzeyiyle güneyi bugün bile birbirinden oldukça farklıdır.
Akdeniz’e kıyısı olan, Arap ve İspanyol kültüründen
etkilenmiş güney bölgesiyle, kuzeydeki Milano, Genova ve Venedik
gibi şehirlerin bulunduğu bölgenin doğa, kültür ve insanlar
bakımından birbirinden ayrıştığı, birbirine benzemediği pek
çok nokta vardır. Tüm büyük ressamlar gibi Renoir da İslam
kültüründen etkilenmiş, 1882 Mart ayında Palermo’dan yine
Cezayir’e geçerek Arap insanını ve yaşayışını portresine
katmıştır. Akdeniz’e kıyısı olan bu iki ülke, Cezayir ve
İtalya, daha pek çok görünümüyle çok geçmeden sanatçının
tuvalinde yerini alacak, daha sonra onlara Anglosakson coğrafyalarda
edinilen izlenimler de eklenecektir. Ressamın Cezayir’de çalıştığı
eserlerden bazıları; Cezayir’de Arap Bayramı (1881), Oturan
Cezayirli Kadın (1881), Deve sırtındaki Arap (1881), Cezayirli
Şallı Kadın (1881) Cezayirli Kadın Büstü (1881) ve Cezayir’de
Cami (1882) şeklinde sıralanabilir. “Cezayir’de Cami”nin,
mutlulukla yok olan bir ışıkla diğerlerinden ayrıldığı
söylenmekte5.
Renoir,
Cezayir ve İtalya gezilerinden sonra
sanatında daha üstün ve yalın bir tekniği benimsedi. Cezayir’in
güneş ışığı ve Akdeniz, daha sonraki pek çok resmine fon
oluşturdu. Yeni bilgilerin kendisine verdiği tevazuuyla, 1881’de,
“Venedik’in kanallarını, gondollarını, saraylarını ve ünlü
San Marco Meydanı’nı, Calabria Köylerini, Vezüv Yanardağı
eşliğinde Napoli Körfezi’ni, Genç Napolitenleri ve Tamburelli
çalan İtalyan dansçı kadınları tuvaline aldı. Richard
Wagner’in o beğenmediği portresini ve Kahire’deki Mahmut Halil
Müzesi’nden getirilen “Beyaz Kurdeleli Kadın”ı 1882’de; o
çok sevilen “Müzik Dersi”ni 1891’de boyadı. Tamburelli çalan
İtalyan dansçı kadınlar 1909’da paletine girdi.
Complesso
del Vittoriano binasında,
az önce belirttiğim eserlerin çoğunu izledik. “Müzik Dersi”
ve “Napoli Körfezi” en çok hoşuma giden parçalardan ikisiydi.
Sergideki eserlerde ilgi çekici bir başka detay, Renoir’ın aynı
konuyu farklı tablolarda tekrar tekrar ama farklı tekniklerle,
farklı resim malzemeleriyle işlemesiydi. Örneğin kumsalda oturan
iki çocuk konusunu, Renoir bir suluboyayla, bir yağlıboyayla bir
de mürekkep kalemle çalışmış. Bununla da bitmiyor, boyanın
cinsini değiştirdiği gibi deseni üzerine çizdiği malzemeyi de
değiştiriyor, baz malzeme bazen tuval bezi, bazen karton, bazense
ince kağıt oluyor. Işık, boya ve teknikteki bu çeşitlilik;
ressamın sanatındaki bilim adamı titizliğini ve güzel olanı
keşfetmedeki çalışkan arayışını oldukça net ortaya koyuyor.
Resimler
oldukça geniş alanlarda, ancak
genellikle birbirlerine yakın biçimde duvarlara yerleştirilmiş.
İstenildiği takdirde, müzenin danışmasından ek ücret karşılığı
temin edilebilen kulaklıklar, karşısına geçilen tablonun
hikâyesini seçilen dilde anlatıyordu. Ayrıca müzenin diğer bir
salonunda, ressamın sanatını ve yaşam hikâyesini, içinde
bulunduğu tarihsel dönemi de içine katarak anlatan bir video
gösterisi vardı. Sergi süresince bitip bitip yeniden başlayan bu
izletileri, özellikle soyut ressamların anlaşılırlığı,
kendilerini izleyiciye tanıtmaları açısından çok dikkate
alıyorum. Dokümante edilmiş bilginin seyirciye videoda
seyrettirilmesi, bir serginin daha iyi anlaşılmasına katkıda
bulunuyor. Bu gibi uygulamaların bizdeki müzelerde de hayata
geçirilmesini insan ne kadar da çok arzu ediyor. Türkiye’de
müzecilik alanındaki faaliyetler her ne kadar eskiye oranla gelişse
de dokümantasyon alanında yapılacak olumlu daha çok iş var.
Gerçekten tam bir açık hava müzesi olan ülkemizde, İtalyanların
kültüre verdikleri önemin olumlu görünümlerini bir parça
bünyemize katsak, kültürü pek çok katmanıyla bir milli gelir
haline getirsek, hem ülkemize hem de elimizde bulunan onca
taşınır-taşınmaz esere karşı vefa borcumuzu ödemiş olmaz
mıyız? İtalyanlar, Arnavut kaldırımı sokaklarını yine Arnavut
kaldırımı taşlarla değiştirip yedi yüz yıllık evlerde
tarihle baş başa otururken, biz belki de onlardan da eski bir şehri
İstanbul’umuzu nasıl yıkabiliriz, ormanlarını, klasik
kültürünü nasıl kurutabiliriz, eski Osmanlı evlerini çok katlı
apartmanlara nasıl dönüştürebiliriz diye nedense adeta bir yarış
halindeyiz.
Yararlanılan Kaynaklardan
bazıları:
- L’opera Completa di Renoir, nel periodo impressionista 1869-1883, Classici dell’Arte – Rizzoli,
- Renoir sergisi basın bülteni kataloğu
Ayça Güzel
Artist Dergisi – Temmuz 2008
1
Renoir
“La Maturita tra classico e moderno”
2
Il classicismo di Renoir, John Hesse
3
Société
Anonyme des
Artistes Peintres, Sculpteurs, Graveurs
4
L’opera
Completa di Renoir, nel periodo impressionista 1869-1883, Classici
dell’Arte – Rizzoli; sayfa,
111.
5
L’opera
Completa di Renoir, nel periodo impressionista 1869-1883, Classici
dell’Arte – Rizzoli; sayfa,
111.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder