15 Nisan 2013 Pazartesi

Ankara'nın Beyaz Eldivenleri



Hava soğuktu, yapraklar üşüyordu. Tunalı Hilmi’den Bakanlıklar’a doğru kıvrılan yola billur kar tanecikleri yağıyordu. Bahçelievler’in kısa boylu apartmanlarının damlarını boyamıştı kar, Emek’teki Azerî Turşucusu’nun demir tabelasını da. Anıtkabir’in merdivenleri beyaz bir şalla örtülü gibiydi. Kar, yumuşaksa eğer, birbirine yaslanarak yürümeye çalışan insanların dikkatli adımları iz yapıyordu üzerinde; gıcırdıyordu ayakkabı altlarında ve kayıyordu aynı kar, buzlaşmışsa. Evlerden mis gibi sahlep kokuları yayılıyordu.


Ankara kış kokuyordu.


Ahmet Hamdi’nin “Beş Şehir”e konuk ettiği; Mustafa Kemal ve arkadaşlarının, 1919 yılının 27 Aralık günü, Sivas’tan tam dokuz günde ulaşabildikleri Ankara.


Yıl 1976.
Şefik Bursalı, Çankaya İkramiye Apartmanı’ndaki dairesinde “Çankaya’nın Kış”ını boyamaya hazırlanıyordu. Fırçasını paletindeki titan beyazına daldırdıktan sonra beyazı bir parça incelticiyle yumuşattı ve onyedinci yüzyıl ressamları gibi, boya tozuyla bezir yağını cam bir havanda karıştırarak boyasını kendi elleriyle yapmamış oluşuna sevindi. Çankaya’nın karlı halini boyamak düşmüştü aklına nicedir, bir semte ait olmanın o bildik görüntüsü... Kar ipek bir eldiven gibi kaplamalıydı İkramiye Apartmanı’nın bahçesini, soğuğun kadife sıcaklığı hissedilmeliydi renklerle. Gerçekte Bursa’nın, yaşama gözlerini açtığı bir yeşil şehrin ressamıydı o. Bursa’lı olmanın hakkını vermişti de hani, aktarmıştı dokusunu tuvale doğduğu toprakların sık sık. Bilmiyordu henüz; o türbeli şehirdeki çocukluk evinin adına müzeye dönüştürüleceğini. Şu emeklilik günlerinde, Çankaya’nın kışbeyazını dışavurumcu üslûbun tüm hüneriyle resimlemek; evinin penceresinden senli-benli olduğu tüm objeleri, yükselip alçalan binaları, kavakla çam ağaçlarını ve tek tük insanları kirli sarıdan yeşile göz kırpan tonlarla renklendirmek istiyordu. Fırçası okralar, ombralar ve açık ultramarin mavileri üzerinde gezinirken, resim aşkının yeniyetme bir nilüfer çiçeği gibi ruhunda filizlendiği o ilk resim günlerini düşündü. Çallı’nın atölyesinde geçirdiği öğrencilik günleri yetenekle bilgiyi birbiri içinde erittiği ilk günlerdi. Kimler yoktu o atölyede; Mehmut Cûda’dan, Nurullah Berk’e; Cevat Dereli’den, Bedri Rahmi’ye; Şeref Akdik’ten Hamit Görele’ye yirminci yüzyıl Türk resminin klâsikleri... Sonra Çallı’nın, Namık İsmail’in, Hikmet Onat’ın ve Avni Lifij’in Türk Ressamlar Birliği sergilerine henüz öğrencilik yıllarında katılmaya başladığı seneleri, Avrupa Konkuru birincilik ödülünü; Konya ve İstanbul’daki öğretmenlik yıllarını, Bursa ve Konya resimlerini düşündü; bir de “Ankara’nın Kış”ına kendisi gibi tutkun bir başka büyük ressamı, çağdaşı Eşref Üren’i. Düşünceleri ressam arkadaşının Ankara’yı otuzdokuzlarda mesken edişine doğru kaydı. İstanbulluydu oysa Üren, saçlarında Haliç’in dalgası vardı. Doğa hayranı, içten ve özgün dokunuşlarla Ankara’nın görüntülerini bezeyen “Ankara Yakınlarında Kış” ve “Ankara’da Kış” resimlerini unutamıyordu arkadaşının Bursalı; Andre Lhote ve Matisse etkisindeki portrelerini de. Çam ağaçlarının dallarını zümrüt yeşiline boyarken, “O ne özgün üslûptu!” diye düşündü; çünkü, katı kuralcılığa karşı resim anlayışıyla her resminde çizgiyle rengin başka bir bilinmezine yelken açıyor, kendini tekrar etmiyordu Eşref Üren...



Sonra,
Tamamladı resmini Bursalı Şefik.
Bıraktı kenara özenle fırçasını.


Ankara sakindi. İçinde başka yaşamlar vardı. Kristal kar damlacıkları ince ince düşüyordu Tunalı Hilmi Caddesi’ne hâlâ... İnsanlar birbirlerine tutunarak yürümeye çalışıyorlardı, çocuklar kara bulanmış eldivenleriyle kartopu oynuyorlardı. Emek’teki askerî lojmanlarda beyaz saçlı bir kadının silik hayali buzlu bir camdan el sallıyordu.





Ayça Güzel

Milliyet Sanat – Ocak 2003











Hiç yorum yok:

Yorum Gönder