26 Nisan 2013 Cuma

Meldâ Kaptana

Bazı kitaplar vardır, yazarını hiç unutmazsınız; kelimelerini okudukça yepyeni dünyalarla karşılaşırsınız. Yazılanlar, bir ışık gibi, içinizi aydınlatır; azmin, iradenin ve sabrın yaşam sevinciyle el ele verdiği bir kişiliğe saygı duyarsınız. Yaşantınıza yön vermeniz kolaylaşır.

‘Bir Yaşam Titizi’ Meldâ Kaptana; Ben bir Bizans Bahçesi’nde Büyüdüm isimli anı kitabını okumayı bitirdikten sonra, bir an önce kendisiyle yüz yüze gelme isteğimi, sözcüklerine sinen bilgi, görgü ve yaşam titizliğiyle, yaşam zenginliğiyle ilişkilendiriyorum.

Kurduğu sanat galerisiyle1, sanatçılara eserlerini sergileme imkânı vererek Türk resminin gelişimine sağladığı katkılar; plastik sanatlar dünyamızın çok da göz önünde olmayan bir klasiğini, o sevimli insanı daha yakından tanıma arzumun nedenlerinden.

Yazdıklarımı okudukça bana hak vereceksiniz.
Bizans Bahçesinden Sanata

Meldâ Kaptana, 1927’de İstanbul’da doğdu. Cumhuriyetin aydınlığında, iki savaş arasında, bahçesinde eski bir Bizans Manastırı’nın bulunduğu güllü bir köşkte2. O köşk ki, pencerelerine kırmızı sarmaşık gülleri uzanır, bostanındaki okka güllerinden mis gibi reçeller yapılır, toprağında, altıncı yüzyıldan kalma Aya Andreas Manastırı’nın taşları bulunurmuş. Bir adı da Gül Yaprağı’ymış manastırın. Manastır, önce erkekler, ardından kızlar manastırı şeklini aldıktan sonra, 1486’da Koca Mustafa Paşa tarafından camiye çevrilerek, sonraları Sünbül Efendi Camii olarak anılmaya başlanmış. Meldâ Kaptana, zamanında, hatırı sayılır kültür merkezlerinden olduğu düşünülen bu caminin / kilisenin bahçesinde büyümüş. Batının evrensel değerlerini, özünü yitirmeden kendine uyarlama yanlısı bir ailede, doğu ve batının güzelliklerinin harmonize edilerek şekillendirildiği bir terbiyeyle yetiştirilen Kaptana, yaşamı boyunca, kanımca, en önemli özelliklerinden biri olan, ‘güzeli fark edebilme’ becerisini, edebiyat, resim ve moda gibi farklı disiplinlerin ikliminden geçirip, anılan disiplinlerin kesişme noktalarını harmonize ederek geliştirmiştir.

Tıpkı, eşi olacağı İlhan Koman gibi, güzelin o müphem 3 görüntüsünü algılamada çok başarılı olmuştur sevgili Kaptana.

Paris Yılları

Meldâ Kaptana, İstanbul Üniversitesi Fransız Filolojisi’ni iyi derecede bitirdikten sonra, Fransızcasını geliştirmek için 1949’da Paris’e gider. Edebiyatı çok sevmektedir, bununla beraber, matematik ve fizik gibi müspet bilimlerde4 de çok yeteneklidir. Maarif Teşkilatı’nın başarılı ortaokul ve lise öğrencileri listesinde5 onun da adı vardır.

Paris yılları köklü dostlukların, rafine bir sanat anlayışının biçimlendiği, geliştiği zamanlardır Meldâ Kaptana için… Sorbonne Üniversitesi’nde İleri Fransızca dersleri alırken, Paris’e, kendisi gibi, öğrenim görmek için gelmiş, geleceğin pek çok ünlü ismi ile aynı ortamda olacaktır. Bazılarıyla dostlukları, daha Edebiyat Fakültesi’ndeyken başlamıştır; Orhan Peker, Bedri Rahmi, Edip Hakkı Köseoğlu İstanbul’dan tanıştığı arkadaşlarıdır; arkadaşlarının sanatçı kimliklerinin hemen hemen her evresini inceden inceye tanıması, yetmişlerde kuracağı sanat galerisinde, aynı arkadaşlarının / sanatçıların sergi konseptlerini bir başka bilinçle oluşturmasını sağlayacaktır Kaptana’nın. Paris’te, İlhan Koman’la da tanışacaktır, 26 Şubat 1951’de evlenip, Koman’ın Paris’te kalış süresinin bitmesiyle İstanbul’a dönerler.

Derin bir dostlukla sağlamlaşmış sevgi dolu bir evlilik, Kaptana’ya, Koman’nın sanatının Paris evresini yakından gözlemleme olanağı vermiştir. Sanat Dünyamız dergisinde o döneme ilişkin şu sözleri6 söyleyecektir Kaptana: ‘İlhan Koman’ın Paris’e gelişinin ikinci yılıydı. Rue de la Grande Chaumiere’deki atölyesinde alçı, bakır levhalar ve çivilerle soyut heykeller yapıyordu tanıdığımda. O yıllarda Picasso’yu önemsiyor ve belki de biraz bundan esinlenerek değişik materyallerle çalışıyordu. İlk sergisini Rive Gauche’ta Galeri 8’de görmüştüm. (….) Paris’ten 1951 Ağustosu’nda ayrılırken, çekingenliği sebebiyle bizzat ben götürmüştüm Denise Rene Galerisi’ne bazı taş heykellerini. Onları galeride muhafaza edecek ve karma sergilere koyacaklardı ileride.’

Anılarında7, aynı dönemle ilgili şöyle bahsedecektir ayrıca:
(….) İlhan o sıralarda taşlarla çalışıyordu. Beraber şehir dışına çıkıp büyük taşlar toplardık. O güzel taşlardan biri benim başucumda. Onları zımparalamasına sıra geldiğinde yardım ederdim ara sıra. Atölyesini kısa bir süre için sonradan ünlenen dostumuz Edgar Pilet kullanmıştı. İlhan’la dostlukları ilerlemiş, o günlerde aynı grupta olan Andre Breton, Victor Vasarely ve ismini hatırlayamadığım başka önemli sanatçılarla dostluk kurmaya başlamıştı. Vasarely’nin o yıllar siyah beyaz dönemiydi Resimlerine optik hareketlilik ve üçüncü buutu Paris’te artık kendini tanıtmaya başlamıştı İlhan o günlerde. O sıralarda çok önemsenen heykeltıraş Jacobsen’in bir dersine misafir olarak davet edilmişti. Jacobsen talebelerine İlhan’ın taş çalışmalarını göstererek ‘İşte, sanat eseri (oeuvre d’art) bu’ diye onun heykellerini övmüştü.’

İstanbul

İstanbul’a dönünce, Acıbadem’deki yeni evlerine yerleşirler; aynı evde oğulları Ahmet dünyaya gelir. İlhan Koman Akademi’de asistanlık görevine başlamıştır, Meldâ Kaptana oğlunun bakımından geri kalan vakitlerde çocuk kıyafetleri tasarlamaktadır. Diktiği çocuk elbiseleri o kadar ilgi görür ki; bir akrabasıyla birlikte Pinokyo adını verdikleri küçük bir atölye kurarlar. El becerisi, güzeli seziş yeteneği gibi güçlüdür Kaptana’nın. Bu kabiliyet, tasarladıklarını hayata geçirmede, bir başka deyişle, teoriyi pratiğe uygulamada ona çok yardımcı olmuştur. Gerek kalıbını hazırladığı bir kıyafeti kumaşa monte ederken, gerek ilerde öğreneceği Halı dokumacılığında iplikleri büyük bir hüner ve çabuklukla birbirine geçirirken, bunları, biraz da Allah vergisi el becerisine borçludur.

İstanbul’dan New York’a

Bir süre sonra, aralarındaki müthiş uyum, kimi özel nedenlerle evliliklerini sürdürmeye yetmez maalesef, ancak birbirlerine duydukları o aşktan da öte sevgiyi, dostlukla, hep devam ettirirler. Meldâ Kaptana 1955’te oğluyla birlikte Amerika’ya gider. İlhan Koman ise, bir süre İstanbul’da kaldıktan sonra önce Brüksel’e, sonra da hayatının kalanını orada geçireceği İsveç’e gider.

Bir kadının, eşinin, sanatını özgürce üretebilmesi için, onu, sevgiyle serbest bırakmasının öyküsüdür bu…

-----------------------------------------------------------------------------------------------------------------

New York’ta beş yıl kalacaktır Meldâ Kaptana; bu sürede, Amerikan sanatını daha yakından tanıma olanağı bulur. 1955’te başlayan Amerika yolculuğu, 1960’ta, oğluyla birlikte İstanbul’a dönmesiyle sona erer. Memur olmak istemediğinden, bir atölye açarak dikişle ilgilenmeye karar verir8. Anılarında, ‘Renkler ve şekillerle uğraşmak, yeni kıyafetlerin insanlar üzerinde olumlu etkiler bıraktığını görmek beni memnun ediyordu, keyiflendiriyordu. Küçükken Ahmet’i yalnız bırakmamak için başlamıştım dikişe, ilk aylarda Amerikan Kültür Derneği’nin yardımıyla bir defile, sonra da arkadaşlarımın desteğiyle Mondrian resimlerinden esinlenerek çizdiğim modellerden yaptığım giysilerle Divan Oteli’nde başka bir defile yapmıştım’ diye belirtir Urba Atölyesi’yle ilgili dönemi.

Desenler ve şekillerle olan ilgisi, onu, atölyesinde, sanatçı dostlarının resimlerini sergilemesine ve ardından atölyesini tamamen sanat galerisine dönüştürmesine yön vermiştir. Muhsin Ertuğrul’un isim babalığını yaptığı Meldâ Kaptana Sanat Galerisi, Zeynep Oral’ın deyimiyle modern müze işlevini görmüştür.

Değerli ressam Mustafa Plevneli, Meldâ Kaptana Sanat Galerisi’ni, dönemin sanat ortamıyla birlikte şöyle anlatıyor:

Meldâ Kaptana’yı öğrencilik yıllarımdan tanıyorum. 1957’de, Tatbiki’de öğrencilik hayatına başladığımda, okul dışında, ya yan taraftaki Resim Heykel’e ya da İstanbul’un resim galerilerine giderdik. Aslında o yıllarda galericilik pek yok gibiydi; Atlas Pasajı’nın karşısındaki Devlet Güzel Sanatlar Galerisi ve yine Beyoğlu’nda Adalet Cimcoz’un Maya Sanat Galerisi vardı. Galeri I henüz açılmamıştı. En çok uğradığımız yer - bu çok ilginçtir - Ziyad Ebuzziya’nın Beyoğlu caddesindeki kitapçı dükkânıydı. Ebuzziya Kitabevi’nin sahibi, sanatçı Alev Ebuzziya’nın da babası olan Ziyad Ebuzziya, dükkânına Avrupa resminden örnekler getirirdi. Mesela Picasso orijinallerini, Chagal’leri, Dali’leri ben ilk kez orada görmüştüm. Sözünü ettiğim reprodüksiyonları görmek için sık sık Beyoğlu’na çıkardım. Bunların yanında, bir de Harbiye’de keşfettiğim bir modaevi vardı; modaevinin sahibesi de o zamanlar yüz aşinalığıyla tanıdığım Meldâ Kaptana’ydı. Kaptana, modaevinde, kimi sanatçıların, tanıdığı yakın çevresindeki sanatçıların işlerine yer verirdi. Fakat, andığım işlere modaevinde yer vermesinin nedeni, yıllar sonra öğrendim ki, İlhan Koman’ın eşi oluşuydu. İlhan Koman’ın eşi olması ona çok şey kazandırmıştı; Batıyı biliyordu, dünya sanatını biliyordu, Amerika’yı biliyordu ve burada olmayan bir kültürü, kendisi de bir yerde modacı olması hasebiyle, topluma sunma görevini üzerine almıştı. Bir sanatçı, bir tasarımcı olarak, modayı sunarken görsel olarak da duvarlarını sanat eserleriyle donatıyordu. Altmışlı yıllarda, Nişantaşı’nda Valikonağı’nın karşısında aşağı doğru inerken sağ tarafta Portakal Sanat Evi’ne sapan yerin köşesinde, şimdiki halıcının olduğu yerde Meldâ, bir galeri açtı: Meldâ Kaptana Sanat Galerisi. Burası, uğradığım yerlerin başındaydı; altmışlı yıllar benim işlerimi yeni yeni sergilemeye başladığım zamanlardı. Meldâ benim suluboyalarımla ilgilendi. Galerisinde Bedri Rahmi’lere, Orhan Peker’lere, Eşref Üren’lere, aynı zamanda bazı eski ustalara da rastlanırdı. Örnek vermek gerekirse, bir Halil Paşa, hiç unutmam, yerde rulolar içinde duran Halil Paşa’ları gördüğüm zaman, sevgili Meldâ Kaptana bir zarf içinde gayet zarif bir şekilde satmış olduğu iki suluboya resmimin parasını verirken zarfı almadım ve dedim ki: ‘Zarf yerine, izin verirseniz, şunu alabilir miyim?’ Yerde 1882 tarihli bir Halil Paşa. Ben iki tane suluboya resmimi verip de bir Halil Paşa alabiliyordum. Bu, Meldâ Kaptana’nın, o sanat atmosferinde bize sunduklarından, topluma sunduklarından yalnızca bir tanesiydi. Zaman içerisinde, bu galeride, çok sevdiğim Orhan Peker’i tanıdım. Meldâ’yı çok sever, resimlerini Ankara’dan sadece Meldâ’da sergilerdi Orhan. Yıllar içerisinde Adnan Varınca’yı da Meldâ Kaptana Sanat Galerisi’nde tanıdım, Avni Arbaş’la beraber sık sık oraya giderdik, Ferruh Başağa’yı aynı galeride tanıdım. Türk resminin en ilginç işlerini orada görme fırsatım oldu. Bunları görürken de Meldâ, bizi her zaman o sıcacık gülüşüyle, sevgiyle karşılardı. Gerçek bir hanımefendidir. Gurur duyduğu sevgili oğlu Profesör Ahmet Koman’ın, Türkiye’nin, İlhan Koman’ı yıllar sonra fark etmesinde önemli çabaları olmakta. Bildiğiniz gibi, İlhan Koman’ın Retrospektif sergisi mayıs ayında YKY’de sergilenmeye başlandı. Muhteşem bir sergi. Bu sayede İlhan Koman’ı hep birlikte tanıyoruz. İlhan Koman, Zincirlikuyu’ndaki Akdeniz Heykelini yaparken zaman zaman onun yanındaydım. Heykelin yapımında metal ustaların bulunması konusunda bir öğrencimin iyi bir demir ustası olan babası, ona çok yardım etmişti. Heykelin malzemesi çelikti, bu çelikler özel olarak kesiliyordu; teker teker yan yana monte edildikçe heykel ortaya çıkıyordu.
Sergi boyunca Beyoğlu’nda yer almakta olan Akdeniz Heykeli, kanımca, Zincirlikuyu’ndaki binanın önünde yerini bulmuş değildir. Çünkü heykel bütün çevresiyle birlikte vardır; bir başka ifadeyle, heykelin önünde, arkasında, yanında nasıl yapılar var, bu konumlandırmada çok önemli. Hatta bunun için heykele yukardan kuşbakışı bile bakılmalıdır. Akdeniz Heykeli, şimdiki konumuyla, arkasındaki binaya sırtını dönmüş durumda. İlhan Koman’ın bu değerli eserinin, İstanbul şehrine armağan edilmesi gerektiğini düşünüyorum, onun için olası en görkemli yerin bulunması, şehrin çok iyi bir yerine, toplumun görebileceği bir yere konumlandırılması gerekli. İlhan Koman ancak bu şekilde yaşar. Aksi halde, Zincirlikuyu’ndaki bahçede, otoparkın olduğu yerde figüran olarak durur. Meldâ’dan konuşurken, İlhan Koman’a geçtik; çünkü İlhan çok mühim, ama Meldâ da çok mühim; Meldâ’nın mühimliği şurada: Sanatçılara müthiş sıcak davranırdı; buna ek olarak, sanatçıları onurlandıran, sanatçıların eserlerinin bir eve girmesi için çaba gösteren ve bundan haz duyan bir yaklaşımı vardı; maddi çıkarları ikinci plana atan…

Biz Meldâ’yla ilişkimizi daima sıcak tuttuk. Galeride yapıtları sergilenen sanatçıların anılarını / düşüncelerini bir araya getirme çabasının sonucu olarak büyük bir kitap ortaya çıkıyor yakınlarda inşallah. Meldâ’nın galerisinde sanat yapmış sanatçılara, ilgili dönemle birlikte ışık tutan bir çalışma bu. Gerçekten de altmışlı yıllar resim sanatımızın durumu açısından ülkemizde hiç bilinmeyen bir dönem. Galeri yok, çerçeve yok; bir resmin nasıl paspartulanacağı, nasıl çerçeveye konulacağı bilinmiyor. O bakımdan Meldâ’nın burada bir Don Kişot tarafı var. Yaşamındaki olumlu işlere cesaretle imza atmasında, ‘Ben Bir Bizans Bahçesi’nde Büyüdüm’ isimli anı kitabında fark ettiğimiz gibi, aile kültürünün, yetişme biçiminin önemli etkisi olduğunu düşünüyorum.

Meldâ Kaptana, uzun yıllar Bodrum’da yaşadıktan sonra, ‘Ben Bir Bizans Bahçesi’nde Büyüdüm’ adlı kitabıyla aramıza döndü. Önümüzdeki dönemlerde yayımlanması beklenen, sevgi ve bilgiyle emek verdiği sanat galerisine ışık tutan kitabı, hem galeriyi tanıtması hem de dönemin plastik sanatlar ortamını yansıtması bakımından bir belgesel niteliğinde olacak.

Bu gibi insanları unutmamalıyız.’


İLHAN KOMAN

İlhan Koman İsveç’e yerleştikten vefatına değin İsveç’te yaşadı. Yaşamının en güzel eserlerini İsveç’te üretti.

Bach’ın müziğinin çok uzun bir süre sonra tekrar tadına varılması gibi, Türkiye, Koman’ın eserleriyle yeni tanışıyor. Yapı Kredi Kültür Sanat’ın Beyoğlu’ndaki binasında, İlhan Koman’ın akıllara durgunluk veren heykelleri sergileniyor. Dehası, insanı heyecanlandırıyor.

Koman’ın sanatsal sürecinin her evresinden örnekler veren Sergi’nin organizasyonunda, sanatçının oğlu sevgili Ahmet Koman’ın kuruculuğunu üstlendiği Koman Vakfı’nın önemli çabaları var. Sanatçının, serginlenen ve Sınır Tanımayan Restoratörler tarafından onarılan yüzlerce eseri, Beyoğlu Yapı Kredi Kültür Merkezi, Taksim Fransız Kültür Merkezi ve Tünel’deki İsveç Konsolosluğu’nda, Haziran ayı boyunca da sanatseverlerin ilgisine sunulmaya devam ediyor.
Birbirinden farklı olan ve farklı gibi görünen türlü sanatların güzelliklerini alarak çokluk içindeki estetiğe ulaşma çabası, hem Koman’da hem de Kaptana’da görülen bir özellik kanımca. Belki de bu, bu harmoni duygusu, onları yaşamlarında farklı yakınlıklarda da olsalar, hep dost, hep birbirlerinin eş ruhu oluşlarını değiştirmemiş.

Matematiğin gerçeklerini heykelin realizmine katarak ‘matematiksel heykeli’ oluşturan İlhan Koman, eserleriyle gelecek yüzyıllara göz kırpıyor. Bach’ın müziğindeki katmanlar gibi, Koman’ın heykelleri de birbirlerini tümleyen birleştiren farklı formların harikulade beraberliği…

Ayça Güzel
RH+Sanart Dergisi
1 Meldâ Kaptana Sanat Galerisi
2 Güllü Köşk, bkz. Ben Bir Bizans Bahçesinde Büyüdüm, YKY; sayfa 7
3 Müphem: Belli belirsiz, zor belli olan
4 Müspet bilimler: Fen bilimleri
5 Bkz. Ben Bir Bizans Bahçesinde Büyüdüm, YKY; sayfa 77
6 Sanat Dünyamız, sayı 82, 2002, sayfa 194, 195
7 Bkz. Ben Bir Bizans Bahçesinde Büyüdüm, YKY; sayfa 145, 146.

8 Bkz. Ben Bir Bizans Bahçesinde Büyüdüm, YKY; sayfa 230.

Meldâ Kaptana Sanat Galerisi

Bir Dönemin Resmi

Sanatı insanla buluşturan mekânlardır sanat galerileri; sanat yapıtının, sanatçısıyla birlikte, hünerini sunduğu, sergilediği, bir nevi görücüye çıktığı mekanlar... Sanatçı ve yapıtının kendini tanıttığı ortamlar...

Ülkemizde resim yapıtlarının sergilenişi 1880’lere değin uzanıyor. Güzel Sanatlar Akademisi’nin açıldığı bu yıllarda, İstanbul’a gelen pek çok yabancı ressamın, yapıtlarını Beyoğlu ve Tepebaşı’nda sergilediği ve kimi zaman onlara Türk ressamların da katılmış olduğunu biliyoruz. Dönemin Avrupa sanatının bakış açısını yansıtan bu sergiler düzenli olamıyor ancak, bunun için 1900’leri beklemek gerekiyor. 1916’dan itibaren, Osmanlı Ressamlar Cemiyeti’nin himayesinde, her yıl tekrarlanmak suretiyle gerçekleştirilen Galatasaray Sergileri, Türkiye’deki ilk düzenli sergiler. Galatasaray Sergileri’nin 1914 Kuşağı olarak adlandırılan İbrahim Çallı, Hikmet Onat ve Feyhaman Duran gibi usta fırçaların üzerinde olumlu etkileri var.  

70’lerde, Türk resminde ellili yıllarda başlayan üslup çoğulculuğunu topluma yansıtma çabasında ciddi bir rol üstlenen Meldâ Kaptana Sanat Galerisi, o dönemin sanatı ve sanatçısına verdiği destek açısından Galatasaray Sergileriyle karşılaştırılabilir. Ellilere kadar devam eden Galatasaray Sergileri, Erken Cumhuriyet Dönemi ustalarının toplumla buluşmasında ne denli destekleyici bir güce sahipse, aynı güç Meldâ Kaptana Sanat Galerisi için de geçerli. Modern yaklaşımlara eskisinden daha yakın olunan bir dönemde, bireysel tarzların ön planda olduğu pek çok sanat yapıtını, karma sergiler aracılığıyla sanatseverlerin dikkatine sunan Meldâ Kaptana, hem sanatseverlere aynı anda çok sayıda sanat yapıtını gösterebilmiş hem de sanatçılara fırsat eşitliği sağlamıştı. Zeynep Oral, 19 Şubat 1971 tarihli yazısında son derece haklıdır: “Yeni Galeri Modern Müze İşlevini Görecek”.

Yeni Galeri”, düzenlediği karma sergilerle gerçekten de modern müze işlevini görmüş, faaliyette bulunduğu yedi yıl boyunca dönem sanatının adeta bir panoraması niteliğinde olmuştur. Adalet Cimcoz’un ilk özel galeri olarak kabul edilen Maya Sanat Galerisi’nden sonra, özel resim galerileri pek fazla değildi o yıllarda; sanatı böylesine destekleyen nitelikli bir resim galerisine büyük ölçüde ihtiyaç vardı. Mübin Orhon’dan Berna Türemen’e, Can Göknil’e pek çok değerli ressam ilk sergilerini Meldâ Kaptana Sanat Galerisi’nde açtılar. Özellikle Bedri Rahmi Eyüboğlu Sergisi, rekor sayıda satılan resimlerle, o dönemde büyük yankı uyandırmıştı. “Ben Bir Bizans Bahçesinde Büyüdüm” isimli anı kitabında “Serginin açılışı çok görkemli oldu. Galeri dolup taştı. Ve ilk günde inanılmaz bir satış rekoru kırıldı. Epeyce yüksek bir fiyat koyduğumuz eski tarihli resimleri hemen satıldı. O dönemlere ait resimlerden isteyenler için Reis, atölyeden bir iki resim daha almamıza izin verdi. Galeride ilk kez böyle yüksek fiyata bir resim satılmıştı” diye anlatıyor Meldâ Kaptana, bu sergiyi.

Türk halkının o yıllarda resmi bir kültür ve yatırım aracı olarak görmeye başladığının kanıtıdır bu. Sergiler amacına ulaşmış, halk yeni bir sanat bilinciyle şekillenmeye başlamıştı. Sanatsal birikimin, sanatçılarla üniversite yıllarına dayanan dostlukların, arkadaşlıkların ürünüydü bu sergiler; örneğin Mübin Orhon, Kaptana’nın Paris’teki öğrencilik yıllarında tanıştığı arkadaşlarındandı. Ressamların yeteneğini, geçirdiği bütün resim evreleriyle birlikte yakından bilmek, o ressamların sergi konseptlerini bir başka bilinçle kurmasını sağlıyordu Meldâ Kaptana’nın.

Muhsin Ertuğrul’un isim babalığını yaptığı Galeri, açılış kokteylinde, Eren Eyüboğlu’nun sözlerini doğrularcasına, Nişantaşı’ndaki resim etkinliğinin başlatıcısı olmuştur. Çoğu resim galerisi, kapılarını sanatçılara ve sanatseverlere açtılar ardından.

Türk sanat tarihinde hatırı sayılır bir konumdadır Meldâ Kaptana Sanat Galerisi, dönemin sanat hayatına tanıklık etmek amacıyla, kurucusu tarafından kaleme alınmakta şimdi. Meldâ Kaptana’nın, galeride sergi açan, galeri hakkında fikir sahibi olan sanatçıların ve şahısların anılarını, o dönemin belgeleriyle birlikte bir araya getirme çabasında olan çalışması, sanatsal belleğimizin tarihsel bir belgesi niteliğinde olacak.


Ayça Güzel
Artist Dergisi

15 Nisan 2013 Pazartesi

Ankara'nın Beyaz Eldivenleri



Hava soğuktu, yapraklar üşüyordu. Tunalı Hilmi’den Bakanlıklar’a doğru kıvrılan yola billur kar tanecikleri yağıyordu. Bahçelievler’in kısa boylu apartmanlarının damlarını boyamıştı kar, Emek’teki Azerî Turşucusu’nun demir tabelasını da. Anıtkabir’in merdivenleri beyaz bir şalla örtülü gibiydi. Kar, yumuşaksa eğer, birbirine yaslanarak yürümeye çalışan insanların dikkatli adımları iz yapıyordu üzerinde; gıcırdıyordu ayakkabı altlarında ve kayıyordu aynı kar, buzlaşmışsa. Evlerden mis gibi sahlep kokuları yayılıyordu.


Ankara kış kokuyordu.


Ahmet Hamdi’nin “Beş Şehir”e konuk ettiği; Mustafa Kemal ve arkadaşlarının, 1919 yılının 27 Aralık günü, Sivas’tan tam dokuz günde ulaşabildikleri Ankara.


Yıl 1976.
Şefik Bursalı, Çankaya İkramiye Apartmanı’ndaki dairesinde “Çankaya’nın Kış”ını boyamaya hazırlanıyordu. Fırçasını paletindeki titan beyazına daldırdıktan sonra beyazı bir parça incelticiyle yumuşattı ve onyedinci yüzyıl ressamları gibi, boya tozuyla bezir yağını cam bir havanda karıştırarak boyasını kendi elleriyle yapmamış oluşuna sevindi. Çankaya’nın karlı halini boyamak düşmüştü aklına nicedir, bir semte ait olmanın o bildik görüntüsü... Kar ipek bir eldiven gibi kaplamalıydı İkramiye Apartmanı’nın bahçesini, soğuğun kadife sıcaklığı hissedilmeliydi renklerle. Gerçekte Bursa’nın, yaşama gözlerini açtığı bir yeşil şehrin ressamıydı o. Bursa’lı olmanın hakkını vermişti de hani, aktarmıştı dokusunu tuvale doğduğu toprakların sık sık. Bilmiyordu henüz; o türbeli şehirdeki çocukluk evinin adına müzeye dönüştürüleceğini. Şu emeklilik günlerinde, Çankaya’nın kışbeyazını dışavurumcu üslûbun tüm hüneriyle resimlemek; evinin penceresinden senli-benli olduğu tüm objeleri, yükselip alçalan binaları, kavakla çam ağaçlarını ve tek tük insanları kirli sarıdan yeşile göz kırpan tonlarla renklendirmek istiyordu. Fırçası okralar, ombralar ve açık ultramarin mavileri üzerinde gezinirken, resim aşkının yeniyetme bir nilüfer çiçeği gibi ruhunda filizlendiği o ilk resim günlerini düşündü. Çallı’nın atölyesinde geçirdiği öğrencilik günleri yetenekle bilgiyi birbiri içinde erittiği ilk günlerdi. Kimler yoktu o atölyede; Mehmut Cûda’dan, Nurullah Berk’e; Cevat Dereli’den, Bedri Rahmi’ye; Şeref Akdik’ten Hamit Görele’ye yirminci yüzyıl Türk resminin klâsikleri... Sonra Çallı’nın, Namık İsmail’in, Hikmet Onat’ın ve Avni Lifij’in Türk Ressamlar Birliği sergilerine henüz öğrencilik yıllarında katılmaya başladığı seneleri, Avrupa Konkuru birincilik ödülünü; Konya ve İstanbul’daki öğretmenlik yıllarını, Bursa ve Konya resimlerini düşündü; bir de “Ankara’nın Kış”ına kendisi gibi tutkun bir başka büyük ressamı, çağdaşı Eşref Üren’i. Düşünceleri ressam arkadaşının Ankara’yı otuzdokuzlarda mesken edişine doğru kaydı. İstanbulluydu oysa Üren, saçlarında Haliç’in dalgası vardı. Doğa hayranı, içten ve özgün dokunuşlarla Ankara’nın görüntülerini bezeyen “Ankara Yakınlarında Kış” ve “Ankara’da Kış” resimlerini unutamıyordu arkadaşının Bursalı; Andre Lhote ve Matisse etkisindeki portrelerini de. Çam ağaçlarının dallarını zümrüt yeşiline boyarken, “O ne özgün üslûptu!” diye düşündü; çünkü, katı kuralcılığa karşı resim anlayışıyla her resminde çizgiyle rengin başka bir bilinmezine yelken açıyor, kendini tekrar etmiyordu Eşref Üren...



Sonra,
Tamamladı resmini Bursalı Şefik.
Bıraktı kenara özenle fırçasını.


Ankara sakindi. İçinde başka yaşamlar vardı. Kristal kar damlacıkları ince ince düşüyordu Tunalı Hilmi Caddesi’ne hâlâ... İnsanlar birbirlerine tutunarak yürümeye çalışıyorlardı, çocuklar kara bulanmış eldivenleriyle kartopu oynuyorlardı. Emek’teki askerî lojmanlarda beyaz saçlı bir kadının silik hayali buzlu bir camdan el sallıyordu.





Ayça Güzel

Milliyet Sanat – Ocak 2003











9 Nisan 2013 Salı

Balkonlarda seyrüsefer

Balkonlarda Seyrüsefer

Hiç hoşunuza giden bir balkonun içinde olma duygusunu merak ettiniz mi? Ben merak ettim; gözüme çarpan zarif bir balkonun ince ferforjelerine tutunup, çoğu zaman önünden geçtiğim bütün o eski binaları -biraz yukarıdan- seyrettiğimi düşünmek beni daima heyecanlandırmıştır. Aslında bu, ambalajı beğenilen bir şekerlemenin tadının nasıl olduğunu merak etmek gibi, hoşa giden ama tecrübe edilmemiş1 bir ortamda ‘var olma’ merakı.

* * * * * * * *

İstanbul, bir turist edasıyla keşfedilmek ister. Günün telaşında adımlarımızın altında kayıp giden kaldırımları, başımızı çevirmediğimiz, çevirsek bile bakıp da görmediğimiz pencere pervazlarını, bir pazar günü, spor ayakkabılarımız eşliğinde fark etmek, kadife koltuğumuzda en sevdiğimiz romanı okurken duyduğumuz mutluluk gibidir.

Arnavutköy, Pera ve Galata balkonları -İstanbul’un diğer köşelerindeki benzerleri gibi- sıkı bir pazar yürüyüşünün keşiflerinden, güzelliklerinden olabilir.

Arnavutköy
Arnavutköy’ü, Pera’yı ve Galata’yı görmeyen, sanırım, pek az İstanbullu vardır. Kapı komşularıdır Pera ve Galata, Kuruçeşme ve Bebek’le arkadaşlık eder Arnavutköy...

Bahar Pastanesi’nde yenilen sıcak bir çörek, hoş bir başlangıç olabilir Arnavutköy’ü ve balkonlarını keşfetmek için. Oldukça eski bir semt Arnavutköy, dolayısıyla yapıları, balkonları da eski. Semtin tarihine ilişkin bulunabilen en eski yazılı kaynağın, Hz.İsa’dan yaklaşık iki yüz yıl önce yaşamış tarihçi Polivios’a ait olduğunu biliyoruz2. Polivios, Boğaz’ın Avrupa yakasındaki burun ve çıkıntılardan söz ederken, bugünkü Akıntı Burnu’nun olduğu yeri Akrotirion Estie (Estie Burnu) olarak isimlendiriyor. Milattan sonra 5. yüzyılın ilk yarısında, tarihçi Sozomenos, aynı yere Mihailion ismini yakıştırırken3, İstanbul’un Fethi’nden sonra köy Türkler tarafından Arnavutköy; Rumlar tarafından ise önceleri Asomaton, daha sonraları Mega Ravma olarak adlandırılıyor.4 Arnavutköy, Bizans devrinde -başka isimlerle birlikte- Melekler Şehri ismiyle de anılmış.5

Evliya Çelebi, ‘Lebideryada bin kadar bağlı bağçeli mamur haneleri vardır. Bir küçük hamamı vardır. Ekmeği ve peksimeti beyazdır. Akıntı Burnu’ndan içeri bir körfez limanı yer almakla, kışın birçok gemi kışlar. Akıntı Burnu bir kayalı mahal olduğundan muhataralıdır; gemi imrarında çok müşkülat çekilir. Bu mahalde Murad Han’ın rûznamecisi İbrahim Efendi bir çeşme yaptırdı; hâkimleri Galata mollasının naibi Subaşı, Bostancıbaşısı’dır. Buradan bir miktar ileride Hasan Halife Bağı görülür, halen padişah bağçesidir. Murad Han zamanında kul ayaklanıp Yeniçeri ağası Hasan Halife’yi paraladılar, bağçesi mirî oldu.6 sözleriyle anlatır, zamanının Arnavutköyünü.
Semtte önceleri Rum cemaatinin fazla olması, Arnavutköy’ün mimari dokusunu oldukça etkilemiş. Yörenin önemli bir bölümü 1887 yangınında harap olduğundan, bugün karşımıza çıkan yapılar, 1887’den sonra inşa edilmiş. Sözü edilen evlerin tamamına yakınının Rum evleri oluşuna karşılık, içlerinden pek azı, Atina ve Ege Adaları’nda tercih edilen neoklasik karakterli Yunan izlerini taşımakta. Arnavutköylüler -tıpkı İstanbul Rumları gibi- Osmanlının son dönem şaşaasını yansıtan Orientalist, Eklektik, Ampir ve Art Nouveau tarzlarını ahşapla harikulade bir uyum içinde kaynaştırmış.7 Böylece, insanın oturup bir fincan kahve içmek isteyeceği türden son derece özgün balkonlar, taraçalar, verandalar ortaya çıkmış.

Şiirde ve resimde balkon…

Pera ve Galata’ya geçmeden önce, balkon imgesinin şiir ve resimdeki görünüşleri üzerine biraz konuşalım mı? Balkon imgesi nasıl algılanır sanatçıda, neyi çağrıştırır, nasıl gösterir kendini?

Sezai Karakoç’a, mesela, ölümü, kulu bekleyen o bilinmezi hatırlatıyor balkonlar... Balkonlar, içimde ve evlerde bir tabut kadar yer tutar. Çamaşırlarınızı asarsınız hazır kefen, şezlongunuza uzanın ölü…….8

Necati Cumalı’da balkonlar aşkla bağdaşmakta:

Sana geldiğim yağmurlu günleri hatırlar mısın?
Pencerene açılan yol dönemecini.
Aralar mısın hatırama öyle her akşam
Ilık gülüşlerinin gölgesiyle yüklü perdelerini

Bulutlar terk ederdi şehri daima
Akşamları gemiler terk ederdi.
Bir balkonun kalırdı sanırım
Kaybolan gölgelere aşina

Vapur iskelesinde buluştuğumuz bir akşam
O akşam, erkenden ayrıldık ve sonra
Hâlâ hafızamızda devam ediyordu
Unutulmuş hayatı maviliklerin
Hâlâ hatırımdadır odama son gelişin,
Ve gitmeden önce
Saçlarını tarayışın hâlâ aynada…

Benim küçük öksüzüm, genç dulum
Ben senin hem baban, hem kocanım.
Erken tenhalaşan karanlık arka sokaklarda
Bütün servetin gibi ellerini
Avuçlarıma bıraktığın geceler
Sana küçük bir evden söz etmeliydim…

Uzun bir aşktan sonra tekrar
Bütün beni sevenleri hatırlıyorum
O şehirde bütün tanıdıklarım ve sen
Sen beni severdin
Sen iyiydin, güzeldin!9

Mary Cassatt’ın, Manet’nin ve Gustave Caillebotte’un tablolarını -tabloların renklerini ve dokularını göz önüne aldığımızda- balkonu mutluluk ve güçle örtüşen zihin algıları şeklinde yorumlayabilir miyiz?

Pera ve Galata
İki ünlü deprembilimcinin eşleri Sheree Barka ile Oya Şengör’ü, İstanbul’un en güzel balkonlarını bir kitapta10 toplamaya iten de öncelikle balkonların bir sanat formu olarak değeri olmuş.11 Balkonu sanatsal değeriyle ortaya koymayı amaçlayan yazarlar, ‘içinde ufak tefek işlerle oyalanabileceğiniz, sevdiğiniz çiçekleri ekebileceğiniz rahat bir mekan, bir şeyler okumak, çay içmek için bir yer, bazen aşağıdaki sokakta süregiden yaşamın gözlenebileceği bir nokta, bazen de şehrin, denizin ya da güzel bir manzaranın seyredilebileceği bir sundurma’ olarak tanımlıyorlar balkonu.12

Bu anlamda, Pera ve Galata balkonlarının benim için ayrı bir yeri var. Pera olarak isimlendirmeyi tercih ettiğim Beyoğlu’nun asırlık İstiklâl Caddesi’nde, bir kafenin balkonuna oturup caddenin akan kalabalığını izlemek ya da ‘aşağıdan’ pek de iyi göremediğim binaların zarif süslerine bakıp iç geçirmek beni çokça mutlu eder. Tünel’den Galata’ya inen Galip Dede Caddesi’nde, sağlı sollu sıralanmış Cenevizlilerden kalma binaların küçücük balkonlarını, çıkmalarını ve onların süslerini izlemek, Ağa Camii’nin ardında görülen yüksek binanın eski, ince ve unutulmuş verandasını seyretmek de…
Fatih Sultan Mehmet bu şehri aldıktan sonra Galata Kulesi’ni tamir etti; eflâke ser çekmiş binadır, kurşun kaplı külâhı vardır. İçi 10 kat zindandır ama zamanımızda Tersane-i Amire’nin gemi alâtına mahzen olmuştur. Galata şehri, 18 mahalle İslâm, 70 mahalle Rum, üç mahalle Frenk, bir mahalle Yahudi, iki mahalle Ermeni’dir. Frenkler’in elinde Fatih Sultan Mehmet zamanından kalma fermanları vardır.
Galata’nın dükkânları cümle 3080 adettir; sekiz çarşısı, 12 kubbeli Fatih Sultan Mehmet Bedesteni vardır. Dükkân sahipleri Rum ve Frenk’tir. Galata lebideryadan yukarı bir saat yokuş, kat kat Cenevizkâri binalardır. Cümle yolları âlem deryasıdır. …………….’
Evliya Çelebi’nin Galata üzerine kaleme aldıkları.13

M.Ayça Güzel
Fotoğraflar: Engin Ertan
RH+Sanart Dergisi
Eylül 2005



1 deneyimlenmemiş [tecrübe etmek: denemek]
2 bkz: Mega Ravma’dan Arnavutköy’e Bir Boğaziçi Hikayesi, sayfa: 12, Orhan Türker, Sel Yayıncılık, 1999 [I.Basım].
3 bkz: Mega Ravma’dan Arnavutköy’e Bir Boğaziçi Hikayesi, sayfa: 12, Orhan Türker.
4 bkz: Mega Ravma’dan Arnavutköy’e Bir Boğaziçi Hikayesi, sayfa: 15, Orhan Türker.
5 bkz: Boğaziçi Gezi Rehberi, sayfa: 29, Jak Deleon, Remzi Kitabevi, 1998 [Haziran 1998, II.Basım].
6 bkz: Boğaziçi Gezi Rehberi, sayfa: 31, Jak Deleon.

7 bkz: Mega Ravma’dan Arnavutköy’e Bir Boğaziçi Hikayesi, sayfa: 29, Orhan Türker.
8 bkz: Balkon, Sezai Karakoç [şiir]
9 bkz: Balkon, Necati Cumalı [şiir].
10 bkz: İstanbul’un Balkonları, Sheree Barka – Oya Şengör, Çitlembik Yayınları.
11 bkz: Önay Yılmaz’ın röpörtajı.
12 bkz: Önay Yılmaz’ın röpörtajı.

13 bkz: Boğaziçi Gezi Rehberi, sayfa: 14, Jak Deleon.

Bir serginin ardından

Bir serginin ardından:
Renoir “Klasik ve modern arasındaki olgunluk”

İzlenimci resimlerle ilk karşılaşmam yaklaşık on, on bir sene öncesine uzanır. Nişantaşı Milli Reasürans Pasajı’nda, Café Wien’in hemen çaprazında o zamanlar Quadro adında bir dükkân vardı. Ünlü eserlerin reprodüksiyonlarının bir arada bulunduğu bu ortamda, renklerle ışığın flu edalarla ve aynı zamanda coşkuyla dansettiği bir Renoir reprodüksiyonu, turuncu çerçevesiyle o günden beri önce İstanbul’daki sonra da Bodrum’daki evimizin duvarlarını süslemekte.

Belki de biraz bu nedenle, geçtiğimiz aylarda gerçekleştirilen Roma’daki Renoir sergisi bana oldukça özel geliyor. 29 Haziran’a kadar süren ve ressamın ortalama yüz otuz kadar yapıtının yer aldığı Renoir “Klasik ve modern arasındaki olgunluk1, kapılarını 8 Mart’ta izleyiciye açmıştı. Serginin bulunduğu Complesso del Vittoriano binası; daha önce Cezanne’dan Paul Klee’ye, Degas’dan Manet’ye, Modigliani’den Matisse, Bonard, Chagall ve Gauguin’e dek pek çok ünlü ressamın eserlerini ağırlamış kapsamlı bir yapı. İç içe geçen salonlar, asma katlar ve merdivenlerle mimaride klasiğin içine modernliği yerleştirmiş. Böyle bir mekânda Renoir’ın eserlerini incelemek insana heyecan veriyor; bir de sanatçının bilinen işlerinin dışında, İtalya seyahatinden dönüşünde resimlediği eserlerinin sergilenmiş olduğu düşünülürse, kanımca, sergideki resimlerin ilgi çekiciliği ve görülebilirliği daha bir artıyor.

Yağlıboya, guaş, pastel; suluboya, karakalem ve mürekkep kalem gibi çeşitli malzemeler ve tekniklerle yapılmış bu resimler, Pierre Auguste Renoir’ın, 1881’de başlayan İtalya yolculuğunun sonunda ortaya koyduğu çalışmalardan oluşuyor. Ekim 1881’den Ocak 1882’ye kadar süren İtalya yolculuğu, sanatçının sanatsal duruşunu, stilini önemli ölçüde etkilemiş. Tam bir dikkat adamı olan Renoir; İtalyan coğrafyasında bulunduğu süre içinde, kendisinden önceki ressamların olumlu yönlerini sanatına katmak için bitmek tükenmek bilmeyen bir gözlem çabasına girişmiş. Bu iyiyi görme ve kendi sanatıyla yeni iyiler keşfetme merakı, Renoir’ın tüm kariyeri boyunca izlediği “geçmiş sanatın olumlu yönleriyle kendi sanatsal vizyonu arasındaki bariyeri kırma arayışı2” ile paralel. Arayışı, Renoir’ın eserlerinde mihenk taşı niteliğinde bir kavram olarak görüyoruz; kendi sanatında ve diğer ressamların sanatlarındaki güzeli arama çabası, onu kimi zaman tüketici bir müşkülpesentliğe götürse de bu yorucu deneme-yanılmalar, belki de, Renoir’ı Renoir yapan unsurlardan biri.
Tuvalden önce porselenler
Renoir, kariyerine biraz da babasının etkisiyle porselen ressamlığıyla başlıyor; ancak daha sonra sanatsal tutkusunun tuval ressamlığı olduğunu fark ederek ilgisini bu alana yöneltiyor. Terzi bir babanın dördüncü oğlu olarak 1841’de Limoges’da dünyaya gelir. Ailesi, daha iyi yaşam şartları adına porselenleriyle ünlü bu Fransız kentinden ayrılarak 1844’te Paris’e yerleşir. On üç yaşındayken babası Renoir’ı, bir porselen ressamı olan Levy’nin atölyesine verir. Tuvalden önce porselenleri boyayan geleceğin usta ressamı, porselenlerin üzerine giderek Fransız İhtilâli’nde başını kaybeden kraliçe Marie Antoinette’in portresini işleyecek denli ustalaşır. Ancak ilgisi çok geçmeden tuvallere kayacak ve porselenlerde deneyimlediği zanaatçı titizliğini resim bezlerine de aktaracaktır.

Tuval ressamlığına kendini vermesi, sanatçının Louvre’daki tabloların karşısında geçirdiği uzun saatlerin sonucu olarak aslında bir tesadüf değil. Bu doğrultuda 1862’de Ecole des Beaux-Arts’ın resim kurslarına başlayışı, resim kariyerini güçlü dostluklarla perçinleyen başarılı bir yürüyüşün ilk adımları. Burada, Salon’un 1861 yılı sergisine resmi kabul edilen Fantin Letour ve kısa süre sonra birlikte çalışacağı Alfred Sisley, Frederic Bazille ve Claude Monet gibi geleceğin usta izlenimcileriyle tanışır. Grup, önlerindeki üç yıl içinde ilişkilerini iyice geliştirerek resimsel yolculukta birlikte keşfetmeye koyulurlar. Daha iyi resim yapma adına bitip tükenmek bilmeyen doğa gözlemleri, onları birlikte çıkılan uzunlu kısalı gezilere yöneltir. Bu üç yıllık süre zarfında Gustave Courbet ile de tanışan Renoir, ayrıca ilk kez bir Salon sergisine eserini kabul ettirir ve yine ilk kez resimlerine model seçmeye başlar. Bu modellerden biri 1872’ye kadar kendisine modellik yapacak olan favori modeli Lise Trehot’dur. Gerçekten de sanatçı, güzeli aksettirmede resim yaşamı boyunca canlı modellerden, insan figürlerinden oldukça yararlanmıştır. Bu figürler kimi zaman çeşitli nedenlerle karşılaştığı insanlar, kimi zaman arkadaşları, kimi zaman ailesi, kimi zamansa kendisine özel olarak modellik eden bireyler olmuşlardır. Onlar izleyicinin gözünde öyle kanıksanmışlardırlar ki neredeyse içinde bulundukları resimlerin konusundan sıyrılıp kendileri ayrı karakterler oldular. Lise Trehot da Renoir resimlerinde bir resim modeli olmanın ötesine geçen isimlerden biriydi; sanatçının resimlerinde kendisine oldukça sık rastlanması, onu tuvalin dışında ayrı bir üne kavuşturdu.

Bizde ünlü Levanten ressam Fausto Zonaro, aile üyelerini resimlerine model almasıyla kanımca Renoir’ı anımsatmaktadır. Osmanlı’nın son dönemlerindeki İstanbul insanını şiirsel bir dille resmetmiş olan Zonaro, içinde bulunduğu dönemin insan siluetlerine ışık tutması bakımından Renoir ile ayrıca benzeşmektedir. Renoir’ın resimleri her ne kadar ışık ve renkle yıkansa da, ülkesindeki ve bulunduğu diğer ülkelerdeki kişilikleri bir tarihçi, bir vakanüvis zarafetiyle tuvaline aldığından, bir Balzac romanı kadar realist ve bir Tanpınar hikâyesi gibi aydınlatıcıdır. İnsan figürlerine bu ağırlık veriş, Renoir’ın doğayı önemsemediği anlamına gelmiyor elbette. Aksine, insanı çizmeye doğayı ve eski klasik eserlerin olumlu yönlerini izlemekle başlamış; popüler portrelerine rağmen manzara resimleri, onun gözünde portrelerini tamamlayan ve başlı başına resimsel bir konu olan olmazsa olmaz bir unsur olagelmişti. Cezayir, Normandiya ve Napoli kıyıları, Paris ve Marlotte’taki korular, Pont Neuf ya da Fontainablaeu doğayı incelediği ve ona âşık olduğu mekânlardan yalnızca birkaçıydı.

Anonim Ressam, Heykeltıraş ve Gravür Sanatçıları Birliği3
1870’ler, izlenimcilerin -beraber çalışmalarının yanında- bir araya gelip örgütlendikleri ve Renoir’ın yavaş yavaş resim çevrelerinde isim yaparak maddi yönden rahatlamaya başladığı yıllara denk düşüyor. 1874’te Renoir, Degas, Cezanne; Monet, Morrisot; Boudin, Sisley ve Pissarro gibi empresyonistler, “Anonim Ressam, Heykeltıraş ve Gravür Sanatçıları Birliği” adı altında bir oluşum içine girerler. Theodore Duret ve aynı zamanda arkadaşı olan Gustave Caillebotte gibi resim tüccarlarıyla ilişkilerini geliştirmesi, bu dönemde Renoir’a ayrıca sanatsal anlamda beslenmesine yarayan gezilerine fon sağlayacak paranın teminine zemin hazırlar. 1875’de özellikle -sonradan izlenimcilerin koleksiyoneri olacak- gümrük memuru Victor Chocquet ile tanışması, maddi manevi onun adına son derece olumlu olur ve sanatçıya hemen birkaç tablosunu elden çıkararak Montmarte’da bir stüdyo kiralamasına olanak sağlar. Üç yıl sonra ise ressam, Lise Trehot gibi bir başka bir önemli modeliyle, aktris Jeanne Samary’le tanışacak ve resimlerinde ona yer verecektir.
Normandiya Kıyıları, Cezayir ve Afrika

Renoir 1881’de İtalya yolculuğuna başlamadan iki yıl önce de denizi ve onun çeşitli hallerini biliyordu. Yetmiş dokuzda Normandiya plajı yakınlarında geçirdiği zamanlar ona denizin türlü görünüşlerini anlatmıştı. Bérard ailesi üyeleri, sahildeki kadınlarla çocuklar ve Wargemont’taki yemek odası natürmortları orada bulunduğu süre boyunca desenlerinin konularını oluşturdular. Seksen yazını da Chatou’yla Wargemont’ta çalışarak geçiren sanatçı, aldığı pek çok portre siparişiyle kendisine hatırı sayılır ölçüde ekonomik güvenlik sağladı. Wargemont’taki çalışmaların ardından, 1881’in martında Afrika’ya geçti ve Afrika’da kaldığı bir ay içinde pek çok peyzaj desenledi. Ekim sonunda ise uzun zamandır görmek istediği ve stilini önemli ölçüde geliştirecek olan İtalya seyahatine artık hazırdı.

İtalya Seyahati
Renoir’ın İtalya yolculuğunun resimsel izlerini, sanatçının geçtiğimiz aylardaki Roma sergisinde iyice inceleme olanağı bulduk. Ressamın klasik sanatın olumlu yönlerinden kendi özgün sanatına geçiş noktasını biçimlendiren, onu “klasikle modernizm arasındaki olgunluğa” götüren, söz konusu İtalya yolculuğunda edindiği deneyimlerdi aslında.

Roma, Floransa ve Venedik, Renoir’ın İtalya’daki ilk duraklarıydı; orada çok sevdiği Rafael’in sanatının olumlu yönlerini görme fırsatı buldu. Daha sonra Napoli, Pompei, Sorrento ve Capri’ye uğradı; Palermo’da Wagner’in portresini çalıştı. O günlere dair bir alıntı4 Renoir-Wagner buluşmasını şöyle anlatır: Renoir çok sevdiği Alman besteciyi Palermo’da ziyarete gider. Wagner, portresinin yapılması için yarım saat kadar poz verir ancak tuvaldeki sonuçtan hiç hoşnut olmaz…

Renoir, İtalya’nın doğuyla batıyı buluşturan havasından iyice etkilenmişti. Fransa’dan Cezayir’e, oradan İtalya’nın ortasından kuzeyine; sonra güneye Napoli’ye, Calabria, Palermo derken ardından yine Cezayir; böylelikle Renoir, İtalya’nın doğasını ve bu doğanın etkilediği insan görünümlerini, değişimlerini, klasik İtalyan ressamlarının sanatlarının olumlu yönlerini de inceleyerek görmüş, araştırıcı ruhuna ve paletine çok şey katmıştı. Gerçekten de İtalya’nın kuzeyiyle güneyi bugün bile birbirinden oldukça farklıdır. Akdeniz’e kıyısı olan, Arap ve İspanyol kültüründen etkilenmiş güney bölgesiyle, kuzeydeki Milano, Genova ve Venedik gibi şehirlerin bulunduğu bölgenin doğa, kültür ve insanlar bakımından birbirinden ayrıştığı, birbirine benzemediği pek çok nokta vardır. Tüm büyük ressamlar gibi Renoir da İslam kültüründen etkilenmiş, 1882 Mart ayında Palermo’dan yine Cezayir’e geçerek Arap insanını ve yaşayışını portresine katmıştır. Akdeniz’e kıyısı olan bu iki ülke, Cezayir ve İtalya, daha pek çok görünümüyle çok geçmeden sanatçının tuvalinde yerini alacak, daha sonra onlara Anglosakson coğrafyalarda edinilen izlenimler de eklenecektir. Ressamın Cezayir’de çalıştığı eserlerden bazıları; Cezayir’de Arap Bayramı (1881), Oturan Cezayirli Kadın (1881), Deve sırtındaki Arap (1881), Cezayirli Şallı Kadın (1881) Cezayirli Kadın Büstü (1881) ve Cezayir’de Cami (1882) şeklinde sıralanabilir. “Cezayir’de Cami”nin, mutlulukla yok olan bir ışıkla diğerlerinden ayrıldığı söylenmekte5.

Renoir, Cezayir ve İtalya gezilerinden sonra sanatında daha üstün ve yalın bir tekniği benimsedi. Cezayir’in güneş ışığı ve Akdeniz, daha sonraki pek çok resmine fon oluşturdu. Yeni bilgilerin kendisine verdiği tevazuuyla, 1881’de, “Venedik’in kanallarını, gondollarını, saraylarını ve ünlü San Marco Meydanı’nı, Calabria Köylerini, Vezüv Yanardağı eşliğinde Napoli Körfezi’ni, Genç Napolitenleri ve Tamburelli çalan İtalyan dansçı kadınları tuvaline aldı. Richard Wagner’in o beğenmediği portresini ve Kahire’deki Mahmut Halil Müzesi’nden getirilen “Beyaz Kurdeleli Kadın”ı 1882’de; o çok sevilen “Müzik Dersi”ni 1891’de boyadı. Tamburelli çalan İtalyan dansçı kadınlar 1909’da paletine girdi.

Complesso del Vittoriano binasında, az önce belirttiğim eserlerin çoğunu izledik. “Müzik Dersi” ve “Napoli Körfezi” en çok hoşuma giden parçalardan ikisiydi. Sergideki eserlerde ilgi çekici bir başka detay, Renoir’ın aynı konuyu farklı tablolarda tekrar tekrar ama farklı tekniklerle, farklı resim malzemeleriyle işlemesiydi. Örneğin kumsalda oturan iki çocuk konusunu, Renoir bir suluboyayla, bir yağlıboyayla bir de mürekkep kalemle çalışmış. Bununla da bitmiyor, boyanın cinsini değiştirdiği gibi deseni üzerine çizdiği malzemeyi de değiştiriyor, baz malzeme bazen tuval bezi, bazen karton, bazense ince kağıt oluyor. Işık, boya ve teknikteki bu çeşitlilik; ressamın sanatındaki bilim adamı titizliğini ve güzel olanı keşfetmedeki çalışkan arayışını oldukça net ortaya koyuyor.
Resimler oldukça geniş alanlarda, ancak genellikle birbirlerine yakın biçimde duvarlara yerleştirilmiş. İstenildiği takdirde, müzenin danışmasından ek ücret karşılığı temin edilebilen kulaklıklar, karşısına geçilen tablonun hikâyesini seçilen dilde anlatıyordu. Ayrıca müzenin diğer bir salonunda, ressamın sanatını ve yaşam hikâyesini, içinde bulunduğu tarihsel dönemi de içine katarak anlatan bir video gösterisi vardı. Sergi süresince bitip bitip yeniden başlayan bu izletileri, özellikle soyut ressamların anlaşılırlığı, kendilerini izleyiciye tanıtmaları açısından çok dikkate alıyorum. Dokümante edilmiş bilginin seyirciye videoda seyrettirilmesi, bir serginin daha iyi anlaşılmasına katkıda bulunuyor. Bu gibi uygulamaların bizdeki müzelerde de hayata geçirilmesini insan ne kadar da çok arzu ediyor. Türkiye’de müzecilik alanındaki faaliyetler her ne kadar eskiye oranla gelişse de dokümantasyon alanında yapılacak olumlu daha çok iş var. Gerçekten tam bir açık hava müzesi olan ülkemizde, İtalyanların kültüre verdikleri önemin olumlu görünümlerini bir parça bünyemize katsak, kültürü pek çok katmanıyla bir milli gelir haline getirsek, hem ülkemize hem de elimizde bulunan onca taşınır-taşınmaz esere karşı vefa borcumuzu ödemiş olmaz mıyız? İtalyanlar, Arnavut kaldırımı sokaklarını yine Arnavut kaldırımı taşlarla değiştirip yedi yüz yıllık evlerde tarihle baş başa otururken, biz belki de onlardan da eski bir şehri İstanbul’umuzu nasıl yıkabiliriz, ormanlarını, klasik kültürünü nasıl kurutabiliriz, eski Osmanlı evlerini çok katlı apartmanlara nasıl dönüştürebiliriz diye nedense adeta bir yarış halindeyiz.



Yararlanılan Kaynaklardan bazıları:
  • L’opera Completa di Renoir, nel periodo impressionista 1869-1883, Classici dell’Arte – Rizzoli,
  • Renoir sergisi basın bülteni kataloğu


Ayça Güzel
Artist Dergisi – Temmuz 2008

1 Renoir “La Maturita tra classico e moderno”
2 Il classicismo di Renoir, John Hesse
3 Société Anonyme des Artistes Peintres, Sculpteurs, Graveurs
4 L’opera Completa di Renoir, nel periodo impressionista 1869-1883, Classici dell’Arte – Rizzoli; sayfa, 111.

5 L’opera Completa di Renoir, nel periodo impressionista 1869-1883, Classici dell’Arte – Rizzoli; sayfa, 111.