6 Kasım 2013 Çarşamba

“5 ŞEHİR”DE OYUN


2013 yılı temasını “Şehir ve Oyun” olarak belirleyen İTEF-İstanbul Tanpınar Edebiyat Festivali, 30 Ekim-5 Kasım tarihleri arasında gerçekleşiyor. Bu yıl beşincisinin düzenlenecek olduğu, Türkiye’nin bu tek uluslararası edebiyat festivalinde, kurgunun mihenk taşı oyunun edebiyat düzlemindeki görünümleri; İstanbul, Erzurum, Konya, Bursa ve Ankara olmak üzere yine “5 Şehir”de okur ve yazarla buluşacak.

Yaşamla İçiçe Geçmiş bir Yapı: Oyun
Oyun, modern edebiyatın vazgeçilmezlerindendir; Eski Yunan edebiyatından Latin edebiyatına, Latin edebiyatından İngiliz, İtalyan ve Fransız edebiyatlarına, neredeyse tüm yazınların edebî kurgularının içinde oyun vardır. Oyunu aslında sadece Avrupa edebiyatının içerisinde değerlendirmek doğru değil; aksine tüm dünya edebiyatlarının vazgeçilmezi oyun… Nedeni, Doğu’dan Batı’ya yazınsal ifadenin onunla başlamış olması…
Oyunun şarkı ve danslar eşliğinde gerçekleşen ilk örnekleri, Yunan ozanlarının şarkımsı şiirlerinin tiyatro ve kurgusal romana evrildiği uzun bir yolun başlatıcısı olmuş ve bu yol yaşam dinamiklerine farklı açılardan tuttuğu aynalarla, insanlığın tüm edebiyat yolculuğunu oluşturmuştur. Bu yüzden oyunun yaşamla iç içe geçtiğini, aslında edebiyatın da oyunun ta kendisi olduğunu söylemek yanlış olmayabilir.               
Belki de bu nedenle İTEF-Tanpınar Edebiyat Festivali, 2013 yılı temasını Oyun ekseninde belirledi ve “Oyun”u “Şehir”le birleştirdi… 

Şehirle Oyun Oynamak
ITEF-İstanbul Tanpınar Edebiyat Festivali, her yıl olduğu gibi bu yıl da yazarla okuru, yazarla yazarı ve yazarla edebiyat dünyasını bir araya getiriyor. Kalem Telif Hakları Ajansı’nın fikir önderliğinde, Kalem Kültür Derneği’nin organize ettiği ITEF-İstanbul Tanpınar Edebiyat Festivali; Türk Edebiyatını dünya yayıncılığına etkili biçimde tanıtma fikrinden hareketle, İstanbul’un geniş kapsamlı uluslararası bir edebiyat festivaline duyduğu özlemin bir İstanbul yazarı olarak Ahmet Hamdi Tanpınar’dan alınan ilhamla birleşmesi sonucu 2009 yılında hayata geçirildi.
Beş yıl içinde; şehirle insan, şehirle korku gibi kavramları birbirine yakınlaştırarak edebiyat ortamında kalıcı sorular soran ITEF-İstanbul Tanpınar Edebiyat Festivali, bu yılın “Şehir ve Oyun” temasıyla, yine yalnızca Türk edebiyatını dünya edebiyatıyla değil, dünya edebiyatını da Türk edebiyatıyla 15 ülkeden 50’yi aşkın yazar aracılığıyla tanıştırıyor; İstanbul, Erzurum, Konya, Bursa ve Ankara’da bizleri tadına doyulmaz bir edebiyat şölenine davet ediyor.
Konuya ilişkin diğer detayları ITEF-İstanbul Tanpınar Edebiyat Festivali’nin kendi dilinden dinliyoruz: 
Melike Ayça Güzel: Bu yılın Festival teması “Oyun”u nasıl açıklarsınız?
ITEF-İstanbul Tanpınar Edebiyat Festivali: Oyun dilden kurguya, toplumsal-siyasi yaşantımızdan şahsi ilişkilerimize genellikle diyaloğun olduğu her alanda mevcut. Tanpınar’ın eserlerinde oyun kavramının izini sürmek de mümkün ve yakın zamanda akademisyen Seray Şahin’in bu konuda bir çalışması yayınlandı. Festivalin temasını bu çalışmadan bağımsız olarak belirlemiştik; fakat Tanpınar’ın eserlerinin oyun açısından yorumlandığı bu metne referans veriyoruz. Bundan başka, oyuncaklı edebiyatlara, okur ile yazarın arasındaki çekişmeye ve teslimiyete, oyun-sever anlatı stratejilerine ve temalara da değineceğiz.
Melike Ayça Güzel: “Oyun ve Şehir”in, önceki dört yılın ITEF-Tanpınar Edebiyat Festivallerinden farkı neler?
ITEF-İstanbul Tanpınar Edebiyat Festivali: Her yıl festival kapsamında çeşitli projelerimizi gerçekleştiriyoruz. Bu yılki “çılgın” projemiz yazar Alberto Manguel ile Tanpınar’ın izinde Beş Şehir’e gideceğimiz edebiyat turu… Manguel, Tanpınar’ın “Beş Şehir” kitabını okudu ve kendisine yaptığımız teklifi kabul etti. Manguel, modern edebiyatımızın kurucusu Tanpınar’a saygı duruşu niteliğinde bir kitap da kaleme alacak; İstanbul, Bursa, Konya, Erzurum ve Ankara ile ilgili izlenimlerini kitaplaştıracak. Kitap, 2014’ün sonlarında Manguel’in yayıncısı Yapı Kredi Yayıncılık tarafından yayınlanacak. Bunun dışında; İstanbul İl Milli Eğitim Müdürlüğü’nün “Yazarlar Okullarda” projesine, bu yıl “Festival Yazarları ile Yabancı Yazarlar Okullarda” konsepti ile dahil olacağız. İTEF’in yabancı yazarları, 9 ilçedeki devlet okulu öğrencileriyle buluşacak. Biz genç jenerasyonları okumaya ve en çok da yazmaya teşvik etmek istiyoruz, İl Milli Eğitim Müdürlüğü ile paylaştığımız bu ortak amaç; Çatalca, Beylikdüzü, Güngören gibi kültüre erişimi kısıtlı olabilecek ilçelerdeki öğrencilerin, Maltalı, Norveçli, Hollandalı, vs. yazarlarla buluşmasının önünü açtı.
Melike Ayça Güzel: İstanbul Tanpınar Edebiyat Festivali, alanındaki saygınlığını her geçen gün pekiştirmekte… Dünyadaki diğer edebiyat festivallerinden ayrılan yönleri neler olabilir?
ITEF-İstanbul Tanpınar Edebiyat Festivali: İTEF’i tasarlarken yurtdışındaki başarılı örneklerini izledik ve çeşitli konseptleri kendi edebiyat sahnemize uyarlamanın yollarını araştırdık. Bunu yaparken fark ettiğimiz; edebiyat festivallerinin genelde yazarla okuru bir araya getiriyor oluşuydu. İTEF’te biz yazarla okurun buluşması kadar, yazarlarla yazarların buluşması ve global yayıncılık sektörünün diğer aktörlerinin de bir araya geleceği bir platform oluşturmayı önemsiyoruz. Bu nedenle halka kapalı olarak yaptığımız, yalnızca arzu eden yazarların katıldığı Yazarlar Buluşması’nı ve bir fellowship programı olan İTEF-Profesyonel Buluşmalar Programını da organize ediyoruz. Yazarlar Buluşması’nda festival yazarları bir yuvarlak masa etrafında mesleki deneyimlerini paylaşıyorlar ve festivalin bir sonraki yılki teması üzerine beyin fırtınası yapıyorlar. Bu buluşmalardan çıkan notlar çok çeşitli ülkelerden, kültürlerden ve arka planlardan gelen çağrı yöntemiyle belirlediğimiz 10 kişilik bir yabancı yayıncı, festival organizatörü, edebiyat fonu yöneticisi grubunu İstanbul’daki yayıncılık dünyası ile tanıştırdığımız iki günlük bir program.
Kalem Telif Hakları Ajansı’nın bir organizasyonu olan İTEF, tam anlamıyla bir takım çalışması. İşbirliği ya da daha doğrusu dayanışma içinde bulunduğumuz pek çok kurumdaki çalışma arkadaşlarımız hem entelektüel, hem lojistik, hem de moral anlamında festivale katkıda bulunan, akıl danıştığımız kişiler olarak İTEF ailesini oluşturuyorlar. Ana destekçimiz geçtiğimiz yıldan bu yana Vehbi Koç Vakfı. Vakfın İTEF’e katkısı, festivalin boyutlarının ve ufkunun genişlemesine olanak sağlıyor. Festivalin orkestra şefi yani direktörü Mehmet Demirtaş, genel koordinatörümüz Nermin Mollaoğlu; etkinlik koordinasyonunu Fatma Cihan Akkartal yürütüyor. Fakat en büyük destekçilerimiz genellikle üniversite öğrencilerinden oluşan İTEF gönüllüleri. Ofiste ve festival etkinlikleri sırasında elimiz, ayağımız, gözümüz ve kulağımız sevgili gönüllülerimiz!

Melike Ayça Güzel           



                                 

  



2 Kasım 2013 Cumartesi

Naomi "Bir Budalanın Aşkı"

Resim yazısı ekle

“5 ŞEHİR”DE NE KADAR OYUN OYNAYABİLİRİZ? - İstanbul Tanpınar Edebiyat Festivali 2013

“5 ŞEHİR”DE NE KADAR OYUN OYNAYABİLİRİZ?

Güze eriştiğimiz şu günlerde, Türkiye’nin tek uluslararası edebiyat festivali İTEF-İstanbul Tanpınar Edebiyat Festivali, 2013 yılı festivalinin hazırlığı içerisinde… 30 Ekim – 5 Kasım tarihleri arasında, İstanbul, Erzurum, Konya, Bursa ve Ankara’da edebiyat dünyasıyla buluşacak olan İTEF; bu yıla özgü temasını “Şehir ve Oyun” olarak belirledi. Bu bahar beşincisinin kutlanacağı Festival, oyunun kurgu ve şehirle olan birlikteliğini inceliyor, tartışıyor ve düşündürüyor; bizleri yine İstanbul ve Tanpınar’ın cazibesine bırakarak…

Ünlü yazar Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Doğu ve Batı’yı evrensel değerlerde birleştiren düşün ve yazın anlayışı… İstanbul’un tam da bu değerleri yansıtan kimliği… Türk Edebiyatını dünya sahnesine tanıtma… Yazarla okuru, yazarla yazarı, yazarla edebiyat sektörünü bir araya getirme… Yaşamın kendisi olan edebiyata ilişkin güncel sorular sorma… Birbirine geçen girift şekiller gibi, edebiyatı Doğusundan Batısına okuma, hemhal etme…

İTEF-İstanbul Tanpınar Edebiyat Festivali’nden bahsediyoruz. Türk yazarını dünya yayıncılığına profesyonel olarak tanıtma fikrinden doğan, Kalem Telif Hakları Ajansı’nın fikir önderliği ve Kalem Kültür Derneği’nin organizasyonuyla 2009 yılında yaşama geçirilen İTEF-İstanbul Tanpınar Edebiyat Festivali; bu tarihten itibaren her yıl yazarlar, ajanslar, çevirmenler, gazeteciler, yayıncılar, edebiyat fonu yöneticileri ve elbette her yaştan okuru edebî şemsiye altında bir araya getiriyor.

İstanbul’un geniş çaplı uluslararası bir edebiyat festivaline duyduğu özlem, Ajans’ın misafir olduğu ülkelerde Türk Edebiyatını her fırsatta anlatıyor olması ve geçtiğimiz yıllarda Türkiye’nin Frankfurt Kitap Fuarı’ndaki konuk ülke sıfatı, Festival’in gerçekleştirilmesine yön veren önemli kilometre taşlarından. İTEF-İstanbul Tanpınar Edebiyat Festivali’ni takım çalışmasına önem veren yaklaşık 10 kişilik bir çekirdek ekip yürütüyor; Mehmet Demirtaş direktör koltuğunda, ekibinin ifadesiyle festivalin “orkestra şefi”, Nermin Mollaoğlu festivalin genel koordinatörü, Fatma Cihan Akkartal festival etkinliklerinin yöneticisi… Ancak elbette ki yanlarında çoğunluğu üniversite öğrencilerinden oluşan hatırı sayılır bir gönüllü grubu var ve onlarla beraber Festival’e fiilen emeği geçen kişilerin sayısı otuz beş kırk kişiyi buluyor.      

Ana desteklerini, 2012’den itibaren Vehbi Koç Vakfı üstlenmiş; Vakfın İTEF’e katkısı, Festival’in ufkunun ve boyutlarının genişlemesine olanak veriyor. Her yıl festivallerini belirli temalar çerçevesinde düzenliyor İTEF Ekibi. Örneğin geçtiğimiz yılın, 2012’nin teması “Şehir ve Korku” olmuş; önceki yılın teması ise “Şehir ve İnsan”. Bir de her yıl, belirlenen tema ne olursa olsun, uygulamaya koydukları bazı “klasik” etkinlikler var; bunlardan biri yazarların çocuklarla biraraya gelmesi. Bir diğeri ise yazarlarla yazarların buluşturulması. Halka kapalı olarak yapılan, sadece arzu eden yazarların katıldığı Yazarlar Buluşması ve bir fellowship programı olan İTEF-Profesyonel Buluşmalar Programı, festival yazarlarının bir yuvarlak masa etrafında deneyimlerini paylaştıkları ve festivalin bir sonraki yılki teması üzerine tartıştıkları çok ilginç bir deneyim.

Bunun dışında; yazar okumaları, söyleşiler, interaktif edebiyat projeleri ve yazarların profesyonel edebiyat dünyasının aktörleriyle buluşturulması İTEF-İstanbul Tanpınar Edebiyat Festivali’nin her yıl gerçekleştirdiği etkinlikler…

2013 yılı için İTEF-İstanbul Tanpınar Edebiyat Festivali
Az önce ifade ettiğim “klasik etkinliklerin” yanı sıra İTEF, “Şehir ve Oyun” olarak belirlediği 2013 yılı festivaline, aralarında Alberto Manguel, Antonia Michaelis, Barbara Stok, Selma Lonning Aaro ve Eva Petric gibi yabancı yazarların bulunduğu 40’ı aşkın yerli ve yabancı yazarı davet etmiş. Her zaman olduğu gibi edebiyatın çocukla olan birlikteliğine yine çok önem veriyor bu yılın Festival programı. Bu doğrultuda İTEF yazarları, “Şehir ve Oyun”da, İstanbul’un 9 ilçesindeki öğrencilerle buluşacak ve Festival boyunca 100’ü aşkın etkinlik çocukla yazarı aynı ortama taşıyacak.

Gerçekten de, festivalin kimliğinde, çocuklara yazarlar aracılığıyla ulaşma, çocukları has edebiyattan haberdar kılma, çocukları bilinçli okuryazarlığa ve nihayet bilinçli edebiyat yazarlığına yönlendirme en önemli hedeflerden. Bu hedefe en azından bir başlangıç İstanbul İl Milli Eğitim Müdürlüğü’nün işbirliğinde çocukla yazarı biraraya getiren “Yabancı Yazarlar Okulda” projesi…

2013 yılı için olan İTEF-İstanbul Tanpınar Edebiyat Festivali’nin bir diğer farklı etkinliği ise “Tanpınar’ın İzinde Beş Şehir” etkinlikleri. Kanadalı yazar Alberto Manguel’in, Erzurum, Konya, Ankara, İstanbul ve Bursa olmak üzere Türkiye’nin beş şehrine yapacağı ziyaret daha sonra Manguel’in kendi “Beş Şehir” denemesini yazmasıyla ivme kazanacak ve bu deneme daha sonra Yapı Kredi Yayınları tarafından yayımlanacak. Bilindiği gibi, söz konusu şehirler, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Beş Şehir”inde de yer alıyordu ve tam da bu nedenle Alberto Manguel’in gezi rotasını oluşturdu.

Avusturya Kültür Ofisi’nin Türkiye’de kuruluşunun 50. yılı kutlamaları kapsamında Avusturya Edebiyatı’nın yakın plana alınması, 2013 İTEF-İstanbul Tanpınar Edebiyat Festivali’nin odak noktalarından. Oyuncaklı edebiyatlar, okur ile yazar arasındaki çekişme ve teslimiyet eşliğinde, Oyunun kurguyla olan birlikteliğinin, Festival’in temel çerçevesi olduğunu unutmadan…         

Melike Ayça Güzel

Aydınlık Kitap, 2013         

17 Haziran 2013 Pazartesi

Cansen Ercan ve Hakan Cingöz Resminde Estetik



Estetik, sanat eserlerinin varoluş ölçüsüdür. Bir başka anlatımla, sanat verimini güzel, değerli ve kabul edilebilir kılan ölçü, estetiktir. Estetiğin ne olduğu tartışmaları neredeyse insanlık tarihi kadar eskidir. Sanat yapıtlarındaki güzel, değerli ve kabul edilebilir üzerine sayısız yorum, eleştiri kuramlarını oluşturmaktadır.



Sanat yapıtlarının değerini belirlemede ilkin, eserlerin dış dünya ile olan ilişkisine bakılmış; tuvalde görünenin, çevresindeki ideal olanı yansıtmadaki başarısının eserin değerine işaret ettiği düşünülmüştür. Dış dünyayı yansıtan eser, içeriğinde, iyi bilgiyi aksettirmeli; ahlâk, politika ve psikoloji gibi konularda izleyiciyi doğru yola götürmelidir. Bu durumda estetik unsur, eserin yansıttığı konunun incelenmesiyle değerlendirilir.



Rönesans Dönemi'nde ortaya çıkan romantizmle ise şiir, resim ve edebiyatta anlatımcı bir dönem başlar. Sanat eserinin değerini, sanatçının iç dünyasının aktarımında arayan bu bakış; estetik olanla duyguları bir araya getirir. Bu noktada, bir tuval ressamı ya da roman yazarının kişisel geçmişi ve deneyimleri, üretisinin estetik değerinin belirlenmesinde önem kazanır; bu deneyimleri izleyiciye/okura ne ölçüde hissettirdiği de ayrıca değer haline gelir.



Yirminci yüzyıla yaklaşıldığında ve bu yüzyıl içinde; Yeni Eleştiri, Yapısalcılık ve Alımlama Estetiği görülür. Bu kuramların Yeni Eleştiri ve Yapısalcılık olmak üzere ilk ikisinde, inceleme esere yönelir; biçimsel nitelikler değer ifade eder. Biçimsel nitelikler eserin teması, nesneleri, simgeleri, desen örgüsü ve anlatımıdır ve bütün bunların başarısı, incelenen eserin estetik değerini belirler. Yalnız Yapısalcılık bu biçimsel değerler ardındaki genel sistemi arar.



Alımlama Estetiğinde ise okur, daha doğrusu eser ile okur arasındaki işbirliği önem kazanır. Sanat eseri ve okuru/izleyicisi arasında bir alışverişi zorunlu kılan modern metinler, gerek resimde gerek edebiyatta olsun, sanatçıyla okurun, esere birlikte anlam verdikleri bir süreci gösterir.


Yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreğindeki günümüz yapıtları, biz yapıt okuyuculara, bir tek estetik kurama indirgenmeyecek kadar çeşitli estetik ölçülere sahip modern tuval/yazım örnekleri sunuyor elbette.



Bu nedenle; tuvallerinin estetik değerleri, bu yazımızın konusunu oluşturan Cansen Ercan ve Hakan Cingöz'ün sanatını tek bir estetik kuramdan incelemek yanlış olabilir. Çeşitli estetik ölçüleri bir araya getiren eklektik bir yaklaşım, Ercan ve Cingöz'ün eserlerindeki güzellikleri daha iyi anlamamızda bize yardım edebilir.



Herkes Hayal Kurar1



Evin Sanat Galerisi'nde, 2011 yılında düzenlenen ikinci kişisel sergisinde söze bu cümleyle başlıyor Hakan Cingöz: “Bütün kalpler hayal kurar. Gözler ne kadar açık olursa olsun, içinde uyuyan kalpler vardır.”



Bu cümle sanatçının resme bakış açısını tanımlıyor ancak tümünü yansıtmıyor. Zengin bir iç dünyanın varlığı, özlenen bir durumun beklenişi ya da hatırlanışı, cümleden çıkarılabilen yetkin bir sonuç olsa da özlenen durumun ne olduğu sezdirilmiyor ki aslında bu, eserlerin büyük bir bölümünün incelenmesi en azından görülmesiyle sezilebilen bir durum.



Cingöz'ün eserlerine daha bir eğildiğimizde, eserlerin büyük bir bölümünde, özlenen bir geçmişin izleyiciye sezdirilmeye çalıştığı söylenebilir. Figürlerin olmazsa olmazlar olarak belirdiği tuvalleri; otoportrelerinden insan portrelerine, farklı insan hallerinin, özlemin kimi zaman umutla birleştiği ruh dünyalarının sezilmesinde aracı oluyor.



Neyin özlendiği, daha doğrusu figürlere sinmiş melakolik ruh halinin neden kaynaklandığı, ressamın yetmişli yılların sonlarına doğru dünyaya gelmesi, seksenli ve doksanlı yıllarda ilk gençliğini geçirmiş olmasıyla anlaşılabilir bir bakıma. 1977'de İstanbul'da doğan Hakan Cingöz genel olarak, seksen ve doksanların yaşam örgüsüyle iki binli yılların kaotik yaşam akışı arasında şıkışan biz otuz beş yaş sonrası kuşağın kişisel ve toplumsal sorunlarını aktarıyor aslında. Apolitik, bireysel; teknolojiye yakın ama çocukluğundaki saklambaç oyunlarını da unutmayan bir neslin kimi açılardan kimliksiz, sancılı geçiş ve özleyiş süreçlerini anlatıyor.



Figürlerde sezilen boşluk, bunalım ve sıkıntının, seksenli yıllar kuşağının eğilim gösterdiği 'hüznü sevme' halinin aktarılmasında etkili olduğunu ifade etmek ve resimlerde görülen melankolinin olumsuz anlamda ele alınmadığını belirtmek isteriz. Melankolik tavır, hem bir ölçüde kimlik sıkıntısı çeken bir neslin duygularını aktarmada önemli bir araç hem de Rönesans devrinin klasik ressamlarını kimi yönleriyle takip eden Hakan Cingöz'ün pentür dilini oluşturmada kilit bir vurgu.



Gerçekten de Cingöz, Akademi'de aldığı resim eğitimi boyunca klasik ressamların, özellikle Rembrand'ın resim dilini çok iyi öğrenmiş ve klasik bilgileri kendi pentür dilinde olumlu bir biçimde uyarlamıştır. Karanlığın kullanımı, ışığın belirli noktalarda yoğunlaşması, koyu ve yoğun bir anlatım biçimini büyük ölçüde teatral bir görünüme büründürmüştür. Öyle ki, birkaç figürün bir araya geldiği tuvallerinde, kişilerin bakışlarından jestlerine tüm beden dilleri, belirli sahnesi anlatılan bir tiyatro oyununu akla getirmektedir.


Resimlerde insanı içine çeken bu teatral ortam ve betimlemelerin, ressamın çok yetkin desen bilgisiyle başarıya ulaştığını da söylemek gerekiyor. İzleyicisini tümden itmeden onun esere anlam vermesine olanak tanıyan anlatımcı bir üslûbun, başarısı çok belirgin bir desen diliyle kendini ifade etmesi özellikle önemli...



Hakan Cingöz, biraz daha yakından.



Hakan Cingöz 1977 İstanbul doğumlu. Mimar Sinan Üniversitesi ya da bilinen ismiyle Akademi'nin Resim Bölümü'den 2004 yılında mezun oldu, aynı üniversitede litografi öğrendi ve Resim Bölümü'nde yüksek lisans derecesi aldı. 2007'de Nuri İyem Resim Ödülü'nü kazandı, o tarihten itibaren Evin Sanat Galerisi'nde 2009 ve 2011 yılları olmak üzere iki kişisel sergi açtı. Pek çok karma sergiye de katılan Hakan Cingöz çok büyük ölçüde yağlıboya ile çalışmakta ve Evin Sanat Galerisi'nde Aralık 2013'te açılması planlanan üçüncü kişisel sergisinin hazırlıklarını sürdürmektedir.



Bir tiyatro ya da roman kahramanı gibi tuvallerinde görülen figürler, bireyin çeşitli ruh hallerini; bilinçaltı vurguları, sembolizm, melankoli ve şiirsel üslûpla aktarıyor. Figüre eğilen, özellikle de portreye önem veren Hakan Cingöz'ün eserlerinin küçük ama önemli bir bölümü Eyüp ve Haliç manzaralarını içermekte. Bu resimler de desen ve anlatım bakımından güçlü ve belki de sanatçının önümüzdeki dönemde daha fazla eğileceği anlatımlardan...



Resmin bir matematiği var



Estetik bir değere ulaşmak için resmin yüzeyinin nasıl planlanacağı biçimsel bir sorundur. Bu her ne kadar tüm ressamları ilgilendiren bir konu olsa da desen araştırmalarını sanat çabasının eksenine alan sanatçılar için daha elzemdir.





Ressam Cansen Ercan'ın resimleri böyle bir çabanın, düzenli bir desen arayışının yetkin ürünleri... Plastik dokuyu konunun önüne alan tuvalleri, yatay ve dikey çizgilerin oluşturduğu çeşitlilik açısından son derece orijinal bir tuval yelpazesini okuyucuyla buluşturuyor. Eserlerinde seçtiği yatay ve dikey desenlemelerin, manzaralar ve portreler olmak üzere iki temel konuya gittiği söylenebilir; ancak bu konular desenlerin doğal bir sonucu olarak çıkıyor bir ölçüde. Resim yüzeyindeki plastik fonksiyonun konuyu belirlediği, konunun çizgiden sonra oluştuğu, eserler dikkatle incelendiğinde kendini gösteriyor.



Plastik değerlerinin resmin konusunu daha sonra da o konunun duygusunu belirlemesi, Cansen Ercan'ın resimlerinin büyük ölçüde biçimsel bir bakış açısıyla incelenmesi gerektiğini akla getiriyor. Resme 'resim' tarafından bakan, çizginin sınırlarında yapabileceklerini bıkıp usanmadan araştıran Ercan'ın eserleri, çizgilerin doğurduğu anlamı da okuyucuya gümüş tepside sunmuyor; ekspresyonist ve özellikle ilk dönemde daha kübist bir görünüm sergileyen desenler; anlamlarının anlaşılmasında izleyicilerinden de çaba bekliyor.



Gerçekten de biraz öteden bakıldığında manzara/kent çeşitlemeleri ve farklı insan portreleri olarak görünen bu çalışmalar, yaklaşıldığında son derece detaylı bir çizgi araştırmasının sonuçları ve konunun desene hizmet ettiği çok rahat anlaşılabiliyor. Ressamın izleyiciden istediği de tam bu yönde şekilleniyor; bekliyor ki izleyici konudan uzaklaşıp desenin içine girsin, resimdeki nesnelerin resimsel değerlerini fark etsin ve nesnelerin sırf estetik değerleri için resim içinde olduklarını algılasın, nesnelerin oluşturduğu duygulara sonra geçsin. Bu, bir ölçüde resim sanatını biraz bilen ve soyutlamayı seven bir izleyici gözünü gerektiriyor.



Resmin kendi içinde bir matematiği olduğuna inanan Cansen Ercan'a yirminci yüzyıl resmi, zengin ifade olanakları vermiş. 1958 Kars doğumlu sanatçı, 1982'de Ortadoğu Teknik Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü'nden mezun oldu. Daha sonra Akademi'nin Resim Bölümü'nde okumaya başladı, Neşet Günal – Neş'e Erdok atölyesine devam etti ve 1987'de buradan da lisans derecesi alarak yüksek lisans çalışmalarına başlayarak 2010 yılında master derecesini almaya hak kazandı.



Resmin kendi içindeki matematiğinin biçimsel dengeyle verilebileceğine inanan resimlerini anlamaya giden yol eserlerin tekniğini anlamaktan geçiyor. Resim yüzeylerinde belirli bir konuya yelken açan nesneler ve bunlar arasındaki bağlantı eserlerdeki estetiğin yakalanmasında kilit konumda. Gerçekten de nesnelerin yatay ve çizgilerle oluşturduğu uyum, ressamın bilinçli seçtiği grileştirilmiş renk skalasıyla birleşince, ortaya son derece yetkin sanat örnekleri çıkıyor.



Resimlerinde kullanılan renkleri incelediğimizde; ressamın kendi sözcükleriyle, bilinçli olarak 'grileştirilmiş' dedi; çünkü sanatçı renkleri saf halleriyle kullanmıyor. Resim atmosferinde grileştirilmiş renk skalasına büyük önem veren Cansen Ercan'ın eserlerindeki desenler; bu grileştilmiş renk tonlarıyla öne çıkıyor, ressamın vurgulamak istediği biçim etkisini, konudan çok çizgiyi, bir füzen kalemin oluşturduğu etkili etkiyi anımsatırcasına güçlendiriyor, vurgulu hale getiriyor.


Gerek akriliklerinde, gerekse de çok başarılı olduğu pastel resimlerinde söz konusu tonlamayı kullanması Cansen Ercan'ın desenlerinin temelinde olan matematiksel sistemi izleyiciye ayrıca hissettiriyor..



Üslûp açısından eserlerinde son yıllarda daha çizgi ağırlıklı bir resim dili benimsenmiş, öğrenciliğinde daha eğilimli olduğu lekeci biçimleme yerini 2000'lerden sonra daha net bir anlatıma bırakmıştır. Ancak eski ve yeni resimlerinde değişmeyen bir şey var; o da Ercan'ın desenlerinde kendini saklaması. Kendini hiç tanıtmadan yalnızca deseni izleyicinin önüne koyuyor ve çizgileriyle modern resmin güzelliğini bir kez daha hissettiriyor.



Figüratif görünen ama aslında oldukça soyut olan bu resimler, duygudan yoksun olmayan 'akılcı' desenlerin birlikteliği....



Sergileri üzerine:



Cansen Ercan 1989'dan itibaren çok sayıda karma ve kişisel sergiye katıldı ve son kişisel sergisini Aralık 2012'de Evin Sanat Galerisi'nde açtı. 4 Aralık'ta başlayan ve 5 Ocak tarihine kadar uzatılan sergideki resimleriyle ilgili sanatçı şunları söylüyor:


Resimlerimi gözden geçirdiğimde, yalın biçimlerle kurulu kompozisyonlarımın sakin atmosferlerinin gri ve grileştirilmiş paletle desteklendiğini görüyorum. Birçok işimde çizginin hakim olduğunu, çizgilerin yoğunlaşarak ya da ayrışarak biçimi oluşturduğunu, aynı zamanda resim yüzeyine dinamizm kazandırdığını söyleyebilirim. En öznel damarın, gündelik yaşam içinde anlamını bulan, sanatçının en yalın ve taze, dokunulmamış yanının, desen çizmek esnasında ortaya çıktığını düşünüyorum.”



********


Evin Sanat Galerisi'nin iki önemli ressamı Hakan Cingöz ve Cansen Ercan'ı incelemeye çalıştığımız yazımızda, makalenin başında yer alan soruya verilecek yanıt genel olarak, hayal ve aklın her ikisinde de kendine özgü dilde bulunan estetiğin, Cingöz ve Ercan resimlerinde tutarlı ve yetkin ölçüde yer aldığıdır.





Melike Ayça Güzel
Sanat Dünyamız 
Mayıs-Haziran 2013








1Hakan Cingöz, 2011.

Cansen Ercan 












Hakan Cingöz



14 Haziran 2013 Cuma

2013 Nuri İyem Resim Ödülleri

Samimiyetsizliğe verilen plastik bir tepki

Toplumsal tepkinin uzunca aradan sonra kendini yeniden gösterdiği umutlu, bir o kadar da heyecanlı günler yaşıyoruz. On beş günü geride bırakan Gezi Parkı Direnişi, içerdiği diğer olumlu anlamların yanı sıra, tepki gösterenlerin çoğunluğunun, çoğu zaman apolitik olmakla suçladığımız gençler olması ve onların -yeni farkettiğimiz- filozof duruşlarını yansıtması açısından da öğretici oldu.

Gerçekten de Gezi Parkı’nda bilmediğimiz bir gençlikle tanıştık. Sanıldığından daha çok düşünen, merak eden, tepki veren... Tepkisiz seksenlere inat, doksan kuşağı çok güçlü geliyor; ayaklarını yere basa basa, güldür güldür... 

“Düşünen, merak eden ve tepki veren” bu yeni nesil, sadece Gezi Parkı’nda değil, sadece İstanbul’da da değil... Düşüncelerini üretileriyle dışavuruyor, tepkilerini eserleriyle gösteriyorlar. Onlardan biriyle, Hayriye Diliuzun’la, Nuri İyem Resim Ödülleri Töreni’nde tanıştım.               

****

Nuri İyem Resim Ödülleri’nin bu yıl sekizincisi düzenlendi. Evin Sanat Galerisi, her yıl geleneksel olarak gerçekleştirdiği Nuri İyem Resim Ödülleri’nin 2013 yılı sonuçlarını, 13 Haziran Perşembe günü Bebek’teki galerisinde düzenlediği törenle sanatseverlere açıkladı. Okullu ya da alaylı, her yaştan sanatçının katılabildiği yarışmaya gönderilen eserlerin, daha önce herhangi bir yarışmada ödül almamış, sergilenmemiş ya da yayımlanmamış olması gerekiyordu.

Yarışmanın bu yılki profiline baktığımızda, 131 ressamın 186 resimle katıldığını ve sanatçıların çoğunun üniversitelerin Güzel Sanatlar Bölümü öğrencileri olduğunu görüyoruz. Aralarında Mimar Sinan, Marmara, Eskişehir Anadolu ve Onsekiz Mart gibi isimlerin yer aldığı, toplam 22 farklı üniversite var katılımcıların okumakta olduğu...

Yarışma sonucunda 186 resmin 29’u sergilenmeye karar verildi ve aralarından biri 2013 Nuri İyem Resim Ödülü’nü kazandı: “Hemen Yanındaki” isimli eseriyle Hayriye Diliuzun.

****

Düşünen, merak eden ve tepki veren bir genç Hayriye Diliuzun. Bu, röportajın daha ilk anlarında fark ediliyor. Zeki, akıllı, gözleri çakmak çakmak. Sakin görünümünün arkasında heyecanlı, sesli, sözünü sakınmayan bir kişiliği olduğu belli.

1990 doğumlu. Eskişehir Anadolu Üniversitesi Güzel Sanatlar Eğitimi Bölümü üçüncü sınıf öğrencisi. Düşüncelerini, meraklarını, tepkilerini ortaya koymada resmi bir ayna konumunda. “İnsanın samimiyetsiz tarafı”, yansıtmak istediği temel konu eserlerinde. Göründüğü gibi olmama, kendini olduğundan farklı gösterme, Diliuzun’un bireysel olarak tepki verdiği ve plastik olarak yansıttığı kilit düşünce. 

Ödüle layık görüldüğü “Hemen Yanındaki”, samimiyetsizliğin hemen yanıbaşımızda, bazen bize çok yakın görünenlerde olduğunu hissettirmeye çalışıyor. Gözlerdeki nüans özellikle çarpıcı ve ressam tarafından ayırdedici bir unsur haline bilinçli olarak getirilmiş. Gözlerdeki samimi olmama hali, resmin ana yörüngesini oluşturuyor ve bu şekilde sanatçının kafasını kurcalayan konuyu bize aktarıyor.

Hayriye Diliuzun, kazandığı ödülü başarı merdivenlerinin ilk basamağı olarak görüyor.

Kendisinin ve sergilenmeye layık görülen diğer 28 ressamın eserleri 27 Haziran’a kadar Evin Sanat Galerisi’nde görülebilir.

Gerçekten çok güçlü geliyor bu gençler...

Ayça Güzel                  


          

26 Nisan 2013 Cuma

Meldâ Kaptana

Bazı kitaplar vardır, yazarını hiç unutmazsınız; kelimelerini okudukça yepyeni dünyalarla karşılaşırsınız. Yazılanlar, bir ışık gibi, içinizi aydınlatır; azmin, iradenin ve sabrın yaşam sevinciyle el ele verdiği bir kişiliğe saygı duyarsınız. Yaşantınıza yön vermeniz kolaylaşır.

‘Bir Yaşam Titizi’ Meldâ Kaptana; Ben bir Bizans Bahçesi’nde Büyüdüm isimli anı kitabını okumayı bitirdikten sonra, bir an önce kendisiyle yüz yüze gelme isteğimi, sözcüklerine sinen bilgi, görgü ve yaşam titizliğiyle, yaşam zenginliğiyle ilişkilendiriyorum.

Kurduğu sanat galerisiyle1, sanatçılara eserlerini sergileme imkânı vererek Türk resminin gelişimine sağladığı katkılar; plastik sanatlar dünyamızın çok da göz önünde olmayan bir klasiğini, o sevimli insanı daha yakından tanıma arzumun nedenlerinden.

Yazdıklarımı okudukça bana hak vereceksiniz.
Bizans Bahçesinden Sanata

Meldâ Kaptana, 1927’de İstanbul’da doğdu. Cumhuriyetin aydınlığında, iki savaş arasında, bahçesinde eski bir Bizans Manastırı’nın bulunduğu güllü bir köşkte2. O köşk ki, pencerelerine kırmızı sarmaşık gülleri uzanır, bostanındaki okka güllerinden mis gibi reçeller yapılır, toprağında, altıncı yüzyıldan kalma Aya Andreas Manastırı’nın taşları bulunurmuş. Bir adı da Gül Yaprağı’ymış manastırın. Manastır, önce erkekler, ardından kızlar manastırı şeklini aldıktan sonra, 1486’da Koca Mustafa Paşa tarafından camiye çevrilerek, sonraları Sünbül Efendi Camii olarak anılmaya başlanmış. Meldâ Kaptana, zamanında, hatırı sayılır kültür merkezlerinden olduğu düşünülen bu caminin / kilisenin bahçesinde büyümüş. Batının evrensel değerlerini, özünü yitirmeden kendine uyarlama yanlısı bir ailede, doğu ve batının güzelliklerinin harmonize edilerek şekillendirildiği bir terbiyeyle yetiştirilen Kaptana, yaşamı boyunca, kanımca, en önemli özelliklerinden biri olan, ‘güzeli fark edebilme’ becerisini, edebiyat, resim ve moda gibi farklı disiplinlerin ikliminden geçirip, anılan disiplinlerin kesişme noktalarını harmonize ederek geliştirmiştir.

Tıpkı, eşi olacağı İlhan Koman gibi, güzelin o müphem 3 görüntüsünü algılamada çok başarılı olmuştur sevgili Kaptana.

Paris Yılları

Meldâ Kaptana, İstanbul Üniversitesi Fransız Filolojisi’ni iyi derecede bitirdikten sonra, Fransızcasını geliştirmek için 1949’da Paris’e gider. Edebiyatı çok sevmektedir, bununla beraber, matematik ve fizik gibi müspet bilimlerde4 de çok yeteneklidir. Maarif Teşkilatı’nın başarılı ortaokul ve lise öğrencileri listesinde5 onun da adı vardır.

Paris yılları köklü dostlukların, rafine bir sanat anlayışının biçimlendiği, geliştiği zamanlardır Meldâ Kaptana için… Sorbonne Üniversitesi’nde İleri Fransızca dersleri alırken, Paris’e, kendisi gibi, öğrenim görmek için gelmiş, geleceğin pek çok ünlü ismi ile aynı ortamda olacaktır. Bazılarıyla dostlukları, daha Edebiyat Fakültesi’ndeyken başlamıştır; Orhan Peker, Bedri Rahmi, Edip Hakkı Köseoğlu İstanbul’dan tanıştığı arkadaşlarıdır; arkadaşlarının sanatçı kimliklerinin hemen hemen her evresini inceden inceye tanıması, yetmişlerde kuracağı sanat galerisinde, aynı arkadaşlarının / sanatçıların sergi konseptlerini bir başka bilinçle oluşturmasını sağlayacaktır Kaptana’nın. Paris’te, İlhan Koman’la da tanışacaktır, 26 Şubat 1951’de evlenip, Koman’ın Paris’te kalış süresinin bitmesiyle İstanbul’a dönerler.

Derin bir dostlukla sağlamlaşmış sevgi dolu bir evlilik, Kaptana’ya, Koman’nın sanatının Paris evresini yakından gözlemleme olanağı vermiştir. Sanat Dünyamız dergisinde o döneme ilişkin şu sözleri6 söyleyecektir Kaptana: ‘İlhan Koman’ın Paris’e gelişinin ikinci yılıydı. Rue de la Grande Chaumiere’deki atölyesinde alçı, bakır levhalar ve çivilerle soyut heykeller yapıyordu tanıdığımda. O yıllarda Picasso’yu önemsiyor ve belki de biraz bundan esinlenerek değişik materyallerle çalışıyordu. İlk sergisini Rive Gauche’ta Galeri 8’de görmüştüm. (….) Paris’ten 1951 Ağustosu’nda ayrılırken, çekingenliği sebebiyle bizzat ben götürmüştüm Denise Rene Galerisi’ne bazı taş heykellerini. Onları galeride muhafaza edecek ve karma sergilere koyacaklardı ileride.’

Anılarında7, aynı dönemle ilgili şöyle bahsedecektir ayrıca:
(….) İlhan o sıralarda taşlarla çalışıyordu. Beraber şehir dışına çıkıp büyük taşlar toplardık. O güzel taşlardan biri benim başucumda. Onları zımparalamasına sıra geldiğinde yardım ederdim ara sıra. Atölyesini kısa bir süre için sonradan ünlenen dostumuz Edgar Pilet kullanmıştı. İlhan’la dostlukları ilerlemiş, o günlerde aynı grupta olan Andre Breton, Victor Vasarely ve ismini hatırlayamadığım başka önemli sanatçılarla dostluk kurmaya başlamıştı. Vasarely’nin o yıllar siyah beyaz dönemiydi Resimlerine optik hareketlilik ve üçüncü buutu Paris’te artık kendini tanıtmaya başlamıştı İlhan o günlerde. O sıralarda çok önemsenen heykeltıraş Jacobsen’in bir dersine misafir olarak davet edilmişti. Jacobsen talebelerine İlhan’ın taş çalışmalarını göstererek ‘İşte, sanat eseri (oeuvre d’art) bu’ diye onun heykellerini övmüştü.’

İstanbul

İstanbul’a dönünce, Acıbadem’deki yeni evlerine yerleşirler; aynı evde oğulları Ahmet dünyaya gelir. İlhan Koman Akademi’de asistanlık görevine başlamıştır, Meldâ Kaptana oğlunun bakımından geri kalan vakitlerde çocuk kıyafetleri tasarlamaktadır. Diktiği çocuk elbiseleri o kadar ilgi görür ki; bir akrabasıyla birlikte Pinokyo adını verdikleri küçük bir atölye kurarlar. El becerisi, güzeli seziş yeteneği gibi güçlüdür Kaptana’nın. Bu kabiliyet, tasarladıklarını hayata geçirmede, bir başka deyişle, teoriyi pratiğe uygulamada ona çok yardımcı olmuştur. Gerek kalıbını hazırladığı bir kıyafeti kumaşa monte ederken, gerek ilerde öğreneceği Halı dokumacılığında iplikleri büyük bir hüner ve çabuklukla birbirine geçirirken, bunları, biraz da Allah vergisi el becerisine borçludur.

İstanbul’dan New York’a

Bir süre sonra, aralarındaki müthiş uyum, kimi özel nedenlerle evliliklerini sürdürmeye yetmez maalesef, ancak birbirlerine duydukları o aşktan da öte sevgiyi, dostlukla, hep devam ettirirler. Meldâ Kaptana 1955’te oğluyla birlikte Amerika’ya gider. İlhan Koman ise, bir süre İstanbul’da kaldıktan sonra önce Brüksel’e, sonra da hayatının kalanını orada geçireceği İsveç’e gider.

Bir kadının, eşinin, sanatını özgürce üretebilmesi için, onu, sevgiyle serbest bırakmasının öyküsüdür bu…

-----------------------------------------------------------------------------------------------------------------

New York’ta beş yıl kalacaktır Meldâ Kaptana; bu sürede, Amerikan sanatını daha yakından tanıma olanağı bulur. 1955’te başlayan Amerika yolculuğu, 1960’ta, oğluyla birlikte İstanbul’a dönmesiyle sona erer. Memur olmak istemediğinden, bir atölye açarak dikişle ilgilenmeye karar verir8. Anılarında, ‘Renkler ve şekillerle uğraşmak, yeni kıyafetlerin insanlar üzerinde olumlu etkiler bıraktığını görmek beni memnun ediyordu, keyiflendiriyordu. Küçükken Ahmet’i yalnız bırakmamak için başlamıştım dikişe, ilk aylarda Amerikan Kültür Derneği’nin yardımıyla bir defile, sonra da arkadaşlarımın desteğiyle Mondrian resimlerinden esinlenerek çizdiğim modellerden yaptığım giysilerle Divan Oteli’nde başka bir defile yapmıştım’ diye belirtir Urba Atölyesi’yle ilgili dönemi.

Desenler ve şekillerle olan ilgisi, onu, atölyesinde, sanatçı dostlarının resimlerini sergilemesine ve ardından atölyesini tamamen sanat galerisine dönüştürmesine yön vermiştir. Muhsin Ertuğrul’un isim babalığını yaptığı Meldâ Kaptana Sanat Galerisi, Zeynep Oral’ın deyimiyle modern müze işlevini görmüştür.

Değerli ressam Mustafa Plevneli, Meldâ Kaptana Sanat Galerisi’ni, dönemin sanat ortamıyla birlikte şöyle anlatıyor:

Meldâ Kaptana’yı öğrencilik yıllarımdan tanıyorum. 1957’de, Tatbiki’de öğrencilik hayatına başladığımda, okul dışında, ya yan taraftaki Resim Heykel’e ya da İstanbul’un resim galerilerine giderdik. Aslında o yıllarda galericilik pek yok gibiydi; Atlas Pasajı’nın karşısındaki Devlet Güzel Sanatlar Galerisi ve yine Beyoğlu’nda Adalet Cimcoz’un Maya Sanat Galerisi vardı. Galeri I henüz açılmamıştı. En çok uğradığımız yer - bu çok ilginçtir - Ziyad Ebuzziya’nın Beyoğlu caddesindeki kitapçı dükkânıydı. Ebuzziya Kitabevi’nin sahibi, sanatçı Alev Ebuzziya’nın da babası olan Ziyad Ebuzziya, dükkânına Avrupa resminden örnekler getirirdi. Mesela Picasso orijinallerini, Chagal’leri, Dali’leri ben ilk kez orada görmüştüm. Sözünü ettiğim reprodüksiyonları görmek için sık sık Beyoğlu’na çıkardım. Bunların yanında, bir de Harbiye’de keşfettiğim bir modaevi vardı; modaevinin sahibesi de o zamanlar yüz aşinalığıyla tanıdığım Meldâ Kaptana’ydı. Kaptana, modaevinde, kimi sanatçıların, tanıdığı yakın çevresindeki sanatçıların işlerine yer verirdi. Fakat, andığım işlere modaevinde yer vermesinin nedeni, yıllar sonra öğrendim ki, İlhan Koman’ın eşi oluşuydu. İlhan Koman’ın eşi olması ona çok şey kazandırmıştı; Batıyı biliyordu, dünya sanatını biliyordu, Amerika’yı biliyordu ve burada olmayan bir kültürü, kendisi de bir yerde modacı olması hasebiyle, topluma sunma görevini üzerine almıştı. Bir sanatçı, bir tasarımcı olarak, modayı sunarken görsel olarak da duvarlarını sanat eserleriyle donatıyordu. Altmışlı yıllarda, Nişantaşı’nda Valikonağı’nın karşısında aşağı doğru inerken sağ tarafta Portakal Sanat Evi’ne sapan yerin köşesinde, şimdiki halıcının olduğu yerde Meldâ, bir galeri açtı: Meldâ Kaptana Sanat Galerisi. Burası, uğradığım yerlerin başındaydı; altmışlı yıllar benim işlerimi yeni yeni sergilemeye başladığım zamanlardı. Meldâ benim suluboyalarımla ilgilendi. Galerisinde Bedri Rahmi’lere, Orhan Peker’lere, Eşref Üren’lere, aynı zamanda bazı eski ustalara da rastlanırdı. Örnek vermek gerekirse, bir Halil Paşa, hiç unutmam, yerde rulolar içinde duran Halil Paşa’ları gördüğüm zaman, sevgili Meldâ Kaptana bir zarf içinde gayet zarif bir şekilde satmış olduğu iki suluboya resmimin parasını verirken zarfı almadım ve dedim ki: ‘Zarf yerine, izin verirseniz, şunu alabilir miyim?’ Yerde 1882 tarihli bir Halil Paşa. Ben iki tane suluboya resmimi verip de bir Halil Paşa alabiliyordum. Bu, Meldâ Kaptana’nın, o sanat atmosferinde bize sunduklarından, topluma sunduklarından yalnızca bir tanesiydi. Zaman içerisinde, bu galeride, çok sevdiğim Orhan Peker’i tanıdım. Meldâ’yı çok sever, resimlerini Ankara’dan sadece Meldâ’da sergilerdi Orhan. Yıllar içerisinde Adnan Varınca’yı da Meldâ Kaptana Sanat Galerisi’nde tanıdım, Avni Arbaş’la beraber sık sık oraya giderdik, Ferruh Başağa’yı aynı galeride tanıdım. Türk resminin en ilginç işlerini orada görme fırsatım oldu. Bunları görürken de Meldâ, bizi her zaman o sıcacık gülüşüyle, sevgiyle karşılardı. Gerçek bir hanımefendidir. Gurur duyduğu sevgili oğlu Profesör Ahmet Koman’ın, Türkiye’nin, İlhan Koman’ı yıllar sonra fark etmesinde önemli çabaları olmakta. Bildiğiniz gibi, İlhan Koman’ın Retrospektif sergisi mayıs ayında YKY’de sergilenmeye başlandı. Muhteşem bir sergi. Bu sayede İlhan Koman’ı hep birlikte tanıyoruz. İlhan Koman, Zincirlikuyu’ndaki Akdeniz Heykelini yaparken zaman zaman onun yanındaydım. Heykelin yapımında metal ustaların bulunması konusunda bir öğrencimin iyi bir demir ustası olan babası, ona çok yardım etmişti. Heykelin malzemesi çelikti, bu çelikler özel olarak kesiliyordu; teker teker yan yana monte edildikçe heykel ortaya çıkıyordu.
Sergi boyunca Beyoğlu’nda yer almakta olan Akdeniz Heykeli, kanımca, Zincirlikuyu’ndaki binanın önünde yerini bulmuş değildir. Çünkü heykel bütün çevresiyle birlikte vardır; bir başka ifadeyle, heykelin önünde, arkasında, yanında nasıl yapılar var, bu konumlandırmada çok önemli. Hatta bunun için heykele yukardan kuşbakışı bile bakılmalıdır. Akdeniz Heykeli, şimdiki konumuyla, arkasındaki binaya sırtını dönmüş durumda. İlhan Koman’ın bu değerli eserinin, İstanbul şehrine armağan edilmesi gerektiğini düşünüyorum, onun için olası en görkemli yerin bulunması, şehrin çok iyi bir yerine, toplumun görebileceği bir yere konumlandırılması gerekli. İlhan Koman ancak bu şekilde yaşar. Aksi halde, Zincirlikuyu’ndaki bahçede, otoparkın olduğu yerde figüran olarak durur. Meldâ’dan konuşurken, İlhan Koman’a geçtik; çünkü İlhan çok mühim, ama Meldâ da çok mühim; Meldâ’nın mühimliği şurada: Sanatçılara müthiş sıcak davranırdı; buna ek olarak, sanatçıları onurlandıran, sanatçıların eserlerinin bir eve girmesi için çaba gösteren ve bundan haz duyan bir yaklaşımı vardı; maddi çıkarları ikinci plana atan…

Biz Meldâ’yla ilişkimizi daima sıcak tuttuk. Galeride yapıtları sergilenen sanatçıların anılarını / düşüncelerini bir araya getirme çabasının sonucu olarak büyük bir kitap ortaya çıkıyor yakınlarda inşallah. Meldâ’nın galerisinde sanat yapmış sanatçılara, ilgili dönemle birlikte ışık tutan bir çalışma bu. Gerçekten de altmışlı yıllar resim sanatımızın durumu açısından ülkemizde hiç bilinmeyen bir dönem. Galeri yok, çerçeve yok; bir resmin nasıl paspartulanacağı, nasıl çerçeveye konulacağı bilinmiyor. O bakımdan Meldâ’nın burada bir Don Kişot tarafı var. Yaşamındaki olumlu işlere cesaretle imza atmasında, ‘Ben Bir Bizans Bahçesi’nde Büyüdüm’ isimli anı kitabında fark ettiğimiz gibi, aile kültürünün, yetişme biçiminin önemli etkisi olduğunu düşünüyorum.

Meldâ Kaptana, uzun yıllar Bodrum’da yaşadıktan sonra, ‘Ben Bir Bizans Bahçesi’nde Büyüdüm’ adlı kitabıyla aramıza döndü. Önümüzdeki dönemlerde yayımlanması beklenen, sevgi ve bilgiyle emek verdiği sanat galerisine ışık tutan kitabı, hem galeriyi tanıtması hem de dönemin plastik sanatlar ortamını yansıtması bakımından bir belgesel niteliğinde olacak.

Bu gibi insanları unutmamalıyız.’


İLHAN KOMAN

İlhan Koman İsveç’e yerleştikten vefatına değin İsveç’te yaşadı. Yaşamının en güzel eserlerini İsveç’te üretti.

Bach’ın müziğinin çok uzun bir süre sonra tekrar tadına varılması gibi, Türkiye, Koman’ın eserleriyle yeni tanışıyor. Yapı Kredi Kültür Sanat’ın Beyoğlu’ndaki binasında, İlhan Koman’ın akıllara durgunluk veren heykelleri sergileniyor. Dehası, insanı heyecanlandırıyor.

Koman’ın sanatsal sürecinin her evresinden örnekler veren Sergi’nin organizasyonunda, sanatçının oğlu sevgili Ahmet Koman’ın kuruculuğunu üstlendiği Koman Vakfı’nın önemli çabaları var. Sanatçının, serginlenen ve Sınır Tanımayan Restoratörler tarafından onarılan yüzlerce eseri, Beyoğlu Yapı Kredi Kültür Merkezi, Taksim Fransız Kültür Merkezi ve Tünel’deki İsveç Konsolosluğu’nda, Haziran ayı boyunca da sanatseverlerin ilgisine sunulmaya devam ediyor.
Birbirinden farklı olan ve farklı gibi görünen türlü sanatların güzelliklerini alarak çokluk içindeki estetiğe ulaşma çabası, hem Koman’da hem de Kaptana’da görülen bir özellik kanımca. Belki de bu, bu harmoni duygusu, onları yaşamlarında farklı yakınlıklarda da olsalar, hep dost, hep birbirlerinin eş ruhu oluşlarını değiştirmemiş.

Matematiğin gerçeklerini heykelin realizmine katarak ‘matematiksel heykeli’ oluşturan İlhan Koman, eserleriyle gelecek yüzyıllara göz kırpıyor. Bach’ın müziğindeki katmanlar gibi, Koman’ın heykelleri de birbirlerini tümleyen birleştiren farklı formların harikulade beraberliği…

Ayça Güzel
RH+Sanart Dergisi
1 Meldâ Kaptana Sanat Galerisi
2 Güllü Köşk, bkz. Ben Bir Bizans Bahçesinde Büyüdüm, YKY; sayfa 7
3 Müphem: Belli belirsiz, zor belli olan
4 Müspet bilimler: Fen bilimleri
5 Bkz. Ben Bir Bizans Bahçesinde Büyüdüm, YKY; sayfa 77
6 Sanat Dünyamız, sayı 82, 2002, sayfa 194, 195
7 Bkz. Ben Bir Bizans Bahçesinde Büyüdüm, YKY; sayfa 145, 146.

8 Bkz. Ben Bir Bizans Bahçesinde Büyüdüm, YKY; sayfa 230.